Kehanet Çiçeği de denen, Orta Asya'da üç bin yılda bir açtığına inanılan Udumbara Çiçekleri... (“Kaderler TABLETİ”  M. Mollaosmanoğlu )  romandan Udumbara Çiçekleri adlı bölüm.

 

 

Engin gece boyu sıkıntıyla çadırındaki yatakta döndü durdu.

Öncesinde, aklı karışık da olsa, Ergenekon Halkı‘yla keyifli bir akşam yemeği yenmiş, kımızlar, şaraplar içilmiş, halk türküleri eşliğinde dans edilmişti. Bu, Oğuz geleneğinde ölünün ruhunun öbür tarafta eriştiği üstün mertebenin kutlamasıydı, yuğ törenleri böyle tamamlanıyordu. Ayrılığın kederini yansıtan yaslı başlangıç, ölünün ruhunun esenliğe çıktığı kabulüyle kutlamaya dönüşüyordu. Onlara göre ölüm, nihai son olarak değerlendirilmeyen, hasret doğurmaktan başka kötü yanı olmayan, gün gelip herkesin ölecek olması nedeniyle de mutlaka aynı yerde buluşulan geçici bir ayrılıktı.

Bilinmeyen, öğretilenlerle kabul haline geldiğinden, kabuller gerçeğe dönüşüyordu insan beyninde. Oysa gerçek bilgideydi, bilgi ise bilinenin daha ötesinde… Engin ötenin kapısını aralamıştı nicedir. Orada Sümer Tanrısı Enki’yi bulmuştu önce,   ardından Börteçene ve Ergenekon Halkı…

udumbaralar2

Ve beyni bahşedilenin üzerindeki tanıklıklarını sindirme derdindeyken şimdi bir de Udumbara Çiçeği çıkmıştı önüne.

Adı bile gizem dolu bir bitki…

Bumin Han, “Bundan kimseye söz etmeyelim, törenler bitsin yarın haberi olsun insanların,” demişti… Zira Aybarçın attığı çığlıktan sonra koşarak Bumin Han’a haber vermeye gitmiş, genç adam da heyecanlı görünerek koşar adımlarla gelmişti. Onların bu telâşına anlam veremeyen Engin, Bumin Han’ın anlattıklarından sonra derin düşüncelere dalmıştı. Çünkü efsaneleşmiş bir çiçeğin halk dilindeki anlatımından ziyade arka plânda olması muhtemel bazı kodları çözmesi gerektiğini artık çoktan öğrenmişti.

Biliyordu…

Yaşamın, kolay anlaşılan hikâyelerin arkasına gizlenmiş devasa bir kişisel gelişim ansiklopedisi olduğunu…

Bumin’in anlattığına göre Udumbara, 3000 yılda bir açan kutsal çiçekmiş. Ta Oğuz’dan beri bilinir anlatılırmış ancak bu güne değin gören olmamış. ‘Cennetten gelen hayır çiçeği’ anlamındaymış adı… Çiçekleri yan yana dizilmiş yumurtalara benzediğinden kehanet belirtisiymiş. Ortaya çıktığında yeni bir kralın doğacağına inanılır, çok nadir ortaya çıkabilecek hayırlı alâmetler beklenmeye başlanırmış. Bumin Han bunları anlatırken kesinkes inandığı, gerçekliğinden zerre kuşku duymadığı bilgileri anlatma heyecana düşmüştü.

flor udumbara 2

Engin ise Kaderler Tableti’nin kilidine giden yolda peş peşe çıkan sürpriz bilgilerin önünü açan ilahi ipuçları olup olmadığının muhasebesini yapmaya soyunmuştu akşamdan beri…

Şimdi de Kehanet Çiçeği, Udumbaralar…

İşte bu yüzden düşünceleri uykuyla bölündü ara ara, uyku ise başsız sonsuz mütalâaların gölgesinde yer bulmaya çalıştı. Velhasıl gece bitmek bilmedi, kasavet sabah kavramını unutturdu. Bir vakitten sonra ne uyudu, ne düşündü, zihnindekiler kırıntılara dönüştü. Kaygıların puslu denizinde yolunu kaybetti. Her yer ve her şey sisten ibaret olan garip bir dünyanın atmosferinde kaybolmak üzereyken insan nidaları ve ona eşlik eden davul sesiyle kendine geldi.

Yine ne olmuştu?

Aceleyle yerinden kalkıp kapı görevi gören kalın keçe perdenin bağlarını çözerek açtı. İlk vakti merak etti, sabahın alaca aydınlığıydı. Aklına o tuhaf çiçekler gelince dışarı çıkıp çadırına baktı, sarkan Udumbaralar çoğalmıştı. Dikkatini seslere verdi. Tören vardı yine fakat önceki yuğ törenlerinden farklıydı. İnsan sesleri hayret doluydu, davul ise tamtamın vahşi tımbırtısına benzer sesler çıkarıyordu.

Deri terliklerini ayağına geçirip merakına tedirginlik karışmış halde dışarı çıktı. Önünde vadiye kadar uzanan kıpkızıl topraklarla birkaç otak vardı, anormallik görünmüyordu. Otakların yanında yerdeki kazıklara dizginleri bağlanmış atlar sakindi. Birkaç köpeğin uluması diğer seslerin arasında kayboluyordu ve muhtemelen köpekler de insanların yaşadığı her neyse onu paylaşıyordu. Günün ilk ışıklarıyla kümeslerinden çıkmış birkaç tavuğun toprağı eşeleyerek yiyecek bulma derdinde olduğu belliydi. Etrafta uçuşan serçeler yiyeceklerden pay kapma telâşıyla nafile hamlelerini görüp rahatladı. Hatta beyaz bir ördek, civcivleri peşinde peltek peltek yürüyüp geçti önünden. Tedirginliği bitmişti. Yine de sesler ilgi çekmeyecek gibi değildi. Obanın merkezi arka tarafta olduğundan birkaç adım atarak görüş alanını genişletmek istedi…

İşte o an ağzından kocaman hayret nidaları çıktı.

Yamaca yayılmış obanın üzerine simli ipekten iplikçiklerle minik ampuller yağmış gibiydi ve sabahın kor kırmızısı iplik-iplik, ampul-ampul coşkuyla saçılıyordu her yana.

Merkezdeki çadırlara doğru yoğunlaşan Udumbara Çiçeği istilasına uğramıştı oba.

Koşarak çadıra girdi, aceleyle üzerini değiştirdikten sonra meydana yürüdü.

Neredeyse bütün ahali uyanmış, meydana toplanmış, çadırlardan sarkan Udumbaralara hayret ve şaşkınlıkla bakıyorlardı. Orta yaşlı bir erkek boynuna astığı davula kalın tokmağıyla vurdukça çiçekler dans eder vaziyette salınıyordu. Ne sabahın serinliği sarmıştı bedenleri ne yeni başlayan günün şevki… Kehanet belirtisi Udumbaralara dönmüştü kıbleler…

Şaman beliriverdi yanı başında birden…

“Ben anlamıştım yabancı adam… Seni ilk gördüğümde anlamıştım…” diyerek nefes nefese konuştu. İfadesindeki heyecan dolu coşkuyu sezmemek mümkün değildi. “Cetegey[1], Börig Yıldızının[2] yanında parlıyor bu yıl…”

“Dur, yavaş konuş,” diye uyardı Şaman’ı. Onun heyecanlı ve hızlı konuşmasını anlamakta zorlanmıştı. “Bu ne demek? Yani Cetegey ile Börig’in peş peşe gelmesi…”

“Bilmiyor musun?” diyen Şaman’ın yüz ifadesi değişti, alın çizgileri derinleşirken tereddüde düştüğünü belli etti. Obalarındaki bu yabancı hem erişilmez, kutsal biriydi hem de biraz cahildi! “Börig, atalarımızın geldiği yer, Akyıldız… Cetegey ise gök semanın savaşçı yıldızı… Farkında değil misin nasıl da kesiyor Börig’in ışığını, dünyayı mahrum bırakıyor onun güçlü şavkından.”

Engin kâinatın bütün olduğunu biliyordu. Bütünün parçalarıysa birbirini tamamlayan uzuvlar misali kocaman bir bedendi. Basitçe, tırnağın deriyi çizmesi bedende nasıl bir tesir bırakıyorsa, kâinatın farklı üyelerinin de birbirlerine yaklaşması benzer tesirlere neden olduğunu bildiğinden Şaman’dan duyduklarına anlam yüklemesi zor olmadı.

“Bir de bu durumun benimle alâkasının ne olduğunu anlatsan!”

Çok önemli hadiseler olacak Ergenekon’da. Bir şeyler süratle değişecek, hayırlı işler olacak, iyilik ve ihsan galip gelecek şu gördüğün kızıl topraklarda. Sen de bu hayrın parçasısın…”

Şamanların zannedildiği türden din adamı olmadıklarını biliyordu. Onlar, trans durumuna geçebilme kabiliyeti olan ve kesinlikle bir başka Şaman’ın neslinden gelen ayrıcalıklı insanlardı. Şamanlık belirtileri çocukluklarından itibaren başlar, bu belirtilere sahip kişiler topluluğun yaşlı Şaman’ı tarafından eğitilip inisiye edilirlerdi. İnanışa göre Şamanlar alt dünyaya ve üst dünyaya yolculuk yaparlar, ruhların öbür dünyaya gitmelerine yardımcı olurlar, evleri-obaları kötü ruhlardan korurlardı.

“Benim burada olmamla yıldızların peş peşe dizilmesinin hiçbir alâkası yok,” diye sesini alçalttı Engin sır verirmiş gibi.

Şaman’ın kaşları çatıldı, bakışlarına tehditkâr ve güvensiz bir ifade oturdu.

“Gücümün sınırlarını biliyor olsaydın, bu kadar fütursuz konuşmazdın yabancı. Ben sana baktığımda, gözlerinde türlü âlemlerin izini görüyorum, kulaklarında duyulmamış sesler, beyninin kuytularında erişilmez diyarlar olduğunu sezebiliyorum. Bilinmez ülkelerin kaderlerini çekmişsin üzerine de Ergenekon Kamı’nın gücünü idrak edemezsin, niçin?” Belki hızını alamasa, “Sana bahşedilmiş kudrete rağmen bilgisizsin,” diyecekti.

Engin, karşısındakinin aklından geçenleri anlaması için yalnızca 1500 yıllık insan tekâmülünün yeterli olduğunu biliyordu fakat bunu dile getirmenin bu yerde ve bu zamanda anlamı olmayacaktı. “Yıldızlar peş peşe gelince dünyanın amelinin değiştiğini bilmez miyim hiç, insanoğlunun ışığı bile başkalaşır, onu da bilirim. Amma velakin bir müdahale türü var ki nedenini bile anlayamadan kaderler değişiverir, kısmetler alt üst olur. Değil yıldızlar, kâinattaki galaksiler sıralansa insanoğlunun yaşamını o kadar değiştiremez…” Sesini kısarak devam etti, “Tanrıların müdahalesi… Gurur mu duyacağını bile bilemeden emelleri için kullanılıp kullanılmadığın şüphesine düşürdüklerinde hayatın zehir olur bir anda…”

Şaman 1500 yıl öteden gelen cümleleri anlamadı elbette, aklındakileri savurmaya devam etti, “Yaradan, yukarıda mavi gök ile aşağıda yağız yeri aynı anda yarattı, ikisinin arasına insanoğlunu koydu. Gök semayı yıldızlarla donatırken, aşağıya ise yer altı tanrılarını gönderdi… Böylece yer ananın belalısı yedi yer altı tanrısı dal budak saldı etrafa, insanlara ve hayvanlara hastalık gönderdiler, obaların üzerine kötü ruhlarla çöreklendiler velhasıl yer ananın karın ağrısı oldular hep. Onlar ki ölen insanların ruhuyla beslenip, yıldızların ışığıyla susuzluklarını giderdiler yaratılıştan beri. Yuğ törenlerini neden yaparız zannedersin? Yer altı tanrılarını defederiz böyle başımızdan, ölümüzün ruhunu tertemiz teslim ederiz arşa. Sadece tek şeyi engelleyemeyiz, yıldızlardan akan şavkı… O dirliksizler zehir bildikleri yalnızca bir yıldızın şavkından kaçarlar o da Börig’dir. Savaşçı Cetegey bir süredir tam Börig’in yanında…” Derin iç çekti. “Işığını kaybeden Börig kötü ruhlara karşı kendi öz ruhundan ışık parçaları yolladı yağız yere. Zannedersin ki Udambaralar ayın ışığını yansıtıyor. Hayır yabancı, öyle değil, Udumbara, Börig’in ışığını çekiyor ve dağıtıyor etrafa. Şu gördüğün, minicik külahlara benzeyen çiçekler cüsselerine bakmadan kötü ruhlara savaş açtılar…”

Şaman’ın anlattıklarına efsane gözüyle bakmak yerine, kendi bilgilerini de katarak mantıklı açıklamalar getirme yolunu seçen Engin can kulağıyla dinlemeye devam etti. Zaten Şaman da efsane anlatan halk büyücüsünden ziyade gizli bilgiler aktaran mistiklere benziyordu…

Ay, Kün, Cüzen, Erklik, Yer Sağrısı, Cetegey, Tennir, Keram, Karan, Tepmez, Dugan[3] aynı hizaya gelecek yarın gece yarısından itibaren. Börig’e engel arttıkça Udumbaralar coşacak, bozkıra, çöle her tarafa yayılacak…” Sesini kıstı ve fısıldayarak konuştu, “Ya-da Taşı’nı cinlerden almak için bundan daha iyi fırsat ancak 3000 yıl sonra gerçekleşebilir, anladın mı beni yabancı. Udumbaraların niçin 3000 yılda bir açtığını anladın mı? Kurdun şavkı minicik çiçekler olup gökyüzünden yere indi, bu takdir senindir, sana sunulmuş takdimenamedir…” dedikten sonra geri dönerek kalabalığın arasına karıştı.

IMG-20170507-WA0000

Engin şaşkın kalakaldı…

Evvelâ Udumbaraların kendisine sunulmuş bir takdimename olmasına takıldı.

Kimin takdimenamesi!

Börteçene’nin mi? Yoksa hâlâ Enki’nin mi? Tanrısal müdahalelerin tam içindeydi de kaynağı anlayamamıştı henüz. İkisinin işbirliği olabilir miydi? Evet, her şey onun buradan Ya-da Taşı’nı alıp gitmesi üzerine kurgulanmıştı. Bildiği, çözdüğü yalnızca buydu şimdilik.

Ardından başka konuya atladı.

Şaman, Ay ve Güneş’le birlikte, Merkür, Venüs, Dünya… Dokuz gezegeni saymıştı bir çırpıda. 1930’lu yıllarda keşfedilmiş Plüton(Dugan) ile 1800’lü yılların ortasında bulunmuş Neptün’ü(Tepmez) nereden biliyordu? Şamanlar zannetiğinden daha kapsamlı bilgilere sahiptiler galiba! Bu yüzden onun Udumbara Çiçeği’yle ilgili anlattıklarını önemsedi.

[1] Mars

[2] Sirius-Köpek Takımyıldızı

[3] Ay, Güneş ve dokuz gezegen