Sibirya’nın en büyük kenti olan Irkutsk’da (Rusya) UlanBatur (Moğolistan’ın başkenti) uçağını kaçırmıştık, Irkutsk-UlanBatur arasında otobüs seferi yoktu, tren bir gün sonraydı ve bu yolculuğun süresinin uzunluğu bizim planlarımızla örtüşmüyordu. Bu bölümle ilgili detay bir önceki Irkutsk yazımda:

https://mehmetmollaosmanoglu.com/2019/02/14/sibiryanin-hazineleri-irkutsk-angara-nehri-ve-baykal-golu/

Moğolistan’dan vazgeçmemiz mümkün değildi, kaldı ki seyahatimizin öznesi zaten Moğolistan’dı, Irkutsk sonradan çıkmıştı. Tek seçenek gibi görünen, iki gün daha Irkutsk’da kalıp uçakla gitmek, haliyle seyahati iki gün uzatmak da pratikte imkânsızdı, keza planladığımız dönüş tarihinin ertesi günü Murat’ın yakın bir akrabasının düğünü vardı.

Tek seçenek görünüyordu; şoförlü bir araç kiralayarak Ulan Batur’a gitmek…

Otele geri dönüp resepsiyondaki görevlilerden yardım istedik. Araç ayarlayabileceklerini söylediler ve birkaç telefon görüşmesi yaptılar. 360 dolara götürecek bir şoföre ve yolculuğun 17 saat sürecek olmasına itiraz edecek halimiz yoktu elbette. 360 Dolar beklediğimizin altında bir ücretti (Yeni bir uçak bulabilseydik de aynı fiyata denk gelecekti) Dönüş için uçak biletimiz vardı ve bütün biletleri sıralı aldığımız için kaçırdığımız bir uçuşun ondan sonraki bütün uçuşları iptal ettiğini bilmiyorduk. Hoş o uçağı da kaçıracakmışız zaten ama tabii o anda bundan habersizdik tabii. Nerden bilelim, 4. Boyutta mıyız ki zamanda pencere açıp geleceği görelim!

20180917_111236
Baykal Gölü’nün en güneyi, Kultuk kasabası…

Şoförümüz Maksim yirmili yaşların ortasında genç bir adamdı ve kullandığı panel-van tipi araç da beklediğimizden daha konforluydu. Öğleden sonra saat üç civarı yola çıktık. Hesabımıza göre ertesi gün öğlen Moğolistan’ın başkenti UlanBatur’da olacaktık. Dört gün ayırdığımız Moğolistan’da üç gün kalmış olacak olsak da hiç görememe ihtimali kapımıza kadar gelip dayanmışken bulabildiğimiz bu son çözümle içimiz rahattı artık. Üstelik benim için bu seyahatin bir anlamı vardı ve çok önemliydi. Uçakla gitseydim Kaderler Tableti adlı romanımdaki yolculuğun ruhunu yaşayamayacaktım üstelik o eserimi yazarken henüz buraları görmemiştim.

Listvyanka’ya gittiğimiz güzergâhta değil bu defa Angara Nehri’nin karşı kıyılarında yol aldık. Engebeli ve dağlık arazide daha çok huş ağaçlarından oluşmuş orman eylül ayının etkisiyle yeşilden, sarıya ve kırmızıya rengârenkti ve bizim gibi doğaseverler için haz veren bir yolculuk olacağını belli etmişti. Yetmiş kilometre sonra bir dağın tepesinden aşağı kıvrılınca Baykal Gölü’nün güney ucunu ve sonsuz bir solungaç gibi uzayıp giden parlak gövdesini gördük. Tam altımızda göle sahili olan Kultuk kasabası vardı. (Kaderler Tableti romanımı okuyanlar hatırlayacaktır; Ayçiçek Kadın’la torunu Yakıp buradan trene binmişlerdi) Bu güzel manzaranın tadını çıkarmak için biraz oyalandık, resim video çektik, yakmayan Sibirya güneşinin tadını çıkardık. Sonrasında Baykal Gölü boyunca kuzeye doğru yine huş ağaçlarının kapladığı ormanda yolumuza devam ettik. Köyler, kasabalar, ırmaklar aştık fakat coğrafya çok değişmedi, Sibirya ormanları arasındaki tek şeritli düzgün asfalt yol altımızdan aktı gitti. Akşam olmadan Ulan Ude’yi görmek istiyordum ki burası Buryatya Cumhuriyeti’nin başkentiydi ve Türk nüfusu epey fazlaydı. Ne var ki Ulan Ude’ye gelmeden hava karardı.

20180917_111401
Kultuk’a inen rampada şahane bir Baykal Gölü manzarası var.

Şimdi bu güzergâhın benim için neden çok önemli olduğuna geri dönmeliyim: Kaderler Tableti adlı romanımda Irkutsk’dan Moğolistan’ın başkenti Ulan Batur’a, oradan da Moğolların başkenti Karakurum’a (Harhorin) uzanan bir seyahatte, roman kahramanım Engin Hakkızade’nin Ergenekon’u arama serüveni vardı ve ben bu seyahat için karayoluyla sadece UlanBatur-Karakurum arasını planlamıştım fakat kader mi kısmet mi bilinmez şimdi Irkutsk-UlanBatur arasını da karadan kat edecektim, gerçi romandaki tren yolculuğuydu fakat karayoluyla tren yolu paralel güzergâhta yol aldığı için göreceğim kentler, kasabalarla dağlar, bozkırlar bile aynı olacaktı. Hayır, hayır, ilahi tesadüflere sığınıp Ergenekon’u da bulmayı beklemiyordum elbet, yalnızca romanın izini sürmenin verdiği bir heyecanı da epey dolu dolu yaşıyordum.

20180917_112815
Baykal Gölü’nün çevresi dağlık olmasına rağmen Ulan Ude ile Kultuk arasındaki tek düzlük bölge Selenge…

Ulan Ude’de akşam yemeği yedik ama bu kenti gördüğüm anlamına gelmemeliydi, keza hem hava kararmıştı hem de Ulan Ude’nin kenarından geçen bir çevre yolu kenarındaki lokantalardan birine girmiştik. Et yemeyen ben için ilk dert kapıdaydı çünkü mönüde etsiz tek bir yemek yoktu, salata olsa razıydım o da yoktu. Bu sorunla Moğolistan’da karşılaşacağımı zannediyordum, biraz erken başlamıştı. Zorunlu durumlarda tavuk yiyebileceğime dair bir kalkan geliştirmiştim, bunun mantığını şöyle açıklayabilirim; tavuk bilinci diğer hayvanlardan düşüktür, keza bir tavuk kesildiğinde diğer tavukların kesik kafayı yemek için kapıp kaçtıklarını çocukluğumda çok görmüştüm. Bilinç olarak bitkilerden bir tık yukarıdaki bu canlıyı mecbur kaldığımda yiyebileceğime dair bir inanç geliştirmiştim. Açtım, haliyle tavuk siparişi verdim. Gelen yemeğin yağının tavuk parçalarından fazla olduğunu görünce onu da yemekten vazgeçtim. Hatta başlangıçta açlık refleksiyle birkaç parça yemiştim, sonrasında saatlerce midem bulandı.

YENİDEN ‘RUS İŞİ’

Yemekten iki saat sonra Rusya-Moğolistan sınırına geldik, vakit gece yarısıydı. Pasaport kontrolünde yeni bir ‘Rus İşi’ne daha denk geldik ki artık Rus tuhaflıkları bir daha Rusya’ya adım atmamaya yemin ettirecek kadar bıktırmıştı. Karayolunun kenarındaki bir kulübede yapılıyordu kontroller, hava buz gibi ve gece yarısı olduğu için bizden başka yolcu yoktu. Kulübede oturan kadın önce şoförümüzle konuştu sonra pasaportlarımızı aldı. Bir bana, bir Murat’a bir de pasaportlardaki resimlere bakmaya başladı, biz soğuktan donmak üzereydik. Beş dakika süren bu seromoni bir başka seromoniye bıraktı yerini, kadın yan binadaki polislerden ikisini çağırdı ve bu defa pasaporttaki resimlerle bizim aynı kişiler olup olmadığımızı bir de onlara kontrol ettirdi.  Bu esnada gözler bir bize döndü bir pasaporttaki resme, dudaklar büküldü, kafalar sallandı, alınlar kaşındı, kaşlar çatıldı filan… Polisler gitti. İşe yaramadı ki bu defa kadın sağa sola telefon açmaya başladı. Soğuk bir yandan, sinir bozukluğu bir yandandı, ben Türkçe söylenmeye başladım, kadın arada gözlerini bana dikiyor sonra işine devam ediyordu ve onun bu duygusuz hali daha çileden çıkarıyordu. Murat arada sakin olmamı söylüyordu ben o anda başımın belaya gireceğini idrak edip susuyordum ama aradan saniye geçmeden yeni bir isyan dalgası geliyor kendimi tutamıyordum. Bakın hiç abartmıyorum, kadın pasaportlarımıza damgayı bastığında yarım saatten fazla süre geçmişti. Araca geri girdiğimizde artık ellerimiz, yüzümüz soğuktan uyuşmuştu. Ruslar ve Rusya ya modern dünyaya adapte olamamıştı ya da yaşamları işkillenmek üzerine kurulmuştu ki hangisi olduğunu anlayamadım. Biraz ileride Moğolistan gümrüğüne girince ilk işimiz tuvalete gitmek oldu, Rusya mahvetmişti bizi ve kendimizi Moğolistan’a zor atmıştık. Pasaport kontrolümüz bu defa çok kolay oldu, hem kapalı ve sıcak bir binanın içiydi hem de hiç bekletmeden kaşeyi basmışlardı. Rusya kâbusu bitmişti, artık Moğolistan’daydık.

20180918_021643
Sibirya sınırı yakınlarındaki Moğolistan köylerinden birisi… Çok değil, sadece beş-on yıl önce bu köylerin hepsi Moğol çadırlarından oluşuyormuş ama son yıllardaki hızlı modernleşme akımıyla otakların yerini ahşap, beton karışımı evler almış.

MOĞOLİSTAN TOPRAKLARI

Sınır kasabası Altanbulag’ı geçince aracı yolun kenarındaki düzlüğe çekip uyuduk. Birkaç saatlik uykunun ardından gözümüzü açtığımızda gün yeni doğuyordu ve etrafımız çöldü. Buna biraz şaşırdığımı söylemeliyim, coğrafyam iyidir, bölgesel küçük çöllerin Moğolistan ortalarında başlayıp en güneyde büyük Gobi Çölü’yle devam ettiğini biliyordum, bu kadar kuzeyde üstelik Sibirya sınırında çölle karşılaşacağımızı ummamıştım. Zaten yola çıktığımızda çölün küçük olduğunu, yemyeşil katran ormanlarıyla dolu tepelerin arasından ve sulak yayların kıyısından geçerken anladım. Moğolistan’ın başkentten sonraki ikinci büyük şehri 75.000 nüfuslu Darkhan’da kısa bir mola verdik, ben kendimi Moğolistan’da daha çok otak denilen çadırlar görmeye hazırlamışken apartmanların ve beton evlerin olduğu bir şehir görünce epey şaşırdım.

20180918_112021
Moğolistan Bozkırları

Başkent UlanBatur sınır kapısından üç yüz elli kilometre mesafede dolayısıyla beş saati bulan bir yolculuğun ardından öğlen saatlerini biraz geçe otelimizdeydik. Uçakla gelseydik bir gün evvel öğlen olmadan Ulan Batur’a gelmiş olacak ve üç gün geçirecektik oysa şimdi önümüzde sadece yarım gün ve bir de ertesi tam gün vardı ve Irkutsk’a dönüş biletimiz önceden alındığından Karakurum’a gidip bir gece konakladıktan sonra geri gelmek zorundaydık ki uçağa yetişelim. Elbette Irkutsk-UlanBatur uçağını kaçırdığımız için sıradaki bütün uçuşların iptal olduğunu henüz bilmiyorduk, tabi iptal olmasa dahi o uçağı kaçıracağımızı da…

Monngolia1-1
UlanBatur’dan görüntüler

ÇARŞI PAZAR ULANBATUR

İlk yarım günde biraz çarşı Pazar gezdik, alışveriş yaptık. Ulan Batur 1.500.000 nüfuslu küçük bir başkent, daha iptidai bekliyordum oysa burası da dünyanın diğer başkentlerinden farksız biçimde camlaşmış ve betonlaşmıştı. Umduğumdan çok daha modern buldum UlanBatur’u. Tek korkum yeme içme problemiyle karşılaşmaktı fakat modern kafeteryalarla alışveriş merkezlerindeki fast-foodlar da bol miktarda vejetaryen yemek bulunca şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Kısacası UlanBatur dünyadaki diğer başkentlerden farksız değildi, üstelik yemekleri gerçekten lezzetliydi. Bununla beraber Ulan Batur kendi öz kültürünü kaybetmiş bir şehir gibi geldi bana. Halkın da şehrin de modernleşme kaygısıyla hızla geçmişlerinden uzaklaştıklarını düşündüm. Daha evvel seyahat ettiğim Pekin, Lima, Hanoi ve daha pek çok büyük şehir modernleşirken bir kenarda ‘old town’ larını tüm özellikleriyle korumuşlar ve buralar yaşayan eski kent olarak odak noktası olmuş. Maalesef UlanBatur bunu başaramamış.

20180918_124011
Sukhbaatar Meydanı

Beni şaşırtan bir başka konu ise Moğolistan çikolatalarının lezzeti oldu. O günkü alışveriş faslında tereddüt ederek çikolata da almıştım, otelde tadına bakınca inanamadım, İsviçre çikolatalarıyla eşdeğerdi neredeyse. O halde şimdi Moğolistan’dan ne alınır kısmına gelelim; milli içkileri votka ki (yüzyılın başında Rus işgalinde kaldıkları için onların kültürlerini almışlar) özellikle Cengiz Han markalı ve amblemli olanlar iyi birer hediyelik olabilir. Niye bilmiyorum, Moğolistan’da kımız bulabileceğimi düşünmüştüm ama yoktu, hatta kımız nedir onu dahi bilmiyorlardı. Fakat marketlerde at sütü satıldığını söyleyeyim. Ve çikolatalar… Onların da bir kısmı Cengiz Han amblemliydi. Merkezdeki giyim mağazalarında yerel Moğol motiflerinin ve giysilerinin modernize edildiği kıyafetler satılıyor, ilginç bir alışveriş olduğunu belirteyim. Ayrıca Cengiz Han temalı çeşitli biblolar, şapkalar, terlikler ve tişörtler de alınabilir. Anladığınız gibi Moğolistan Cengiz Han’la özleştirmiş kendini, daha doğrusu görkemli geçmişlerinden bir tek Cengiz Han’a sahip çıkabilmişler yoksa karmaşık bir kültürün altına girdiklerini gözlemlemek çok kolaydı. Örneğin, yüzyılın başında Rus işgaline uğramalarıyla Kril Alfabesi kullanmaya başlamışlar fakat 90’lı yıllarda başlayan milliyetçi akımla beraber yeniden eski alfabelerine (Uygur Alfabesi) geçiş yapmışlar, ne var ki ben Ulan Batur’da özellikle tabelalarda halen yoğun biçimde Kril Alfabesi kullanıldığını gördüm. İlaveten Moğol halkının Rusça konuşmayı çok sevmesi, bunu ayrıcalık olarak kabul etmesinin anlamı bana kalırsa hâlâ Rus etkisinden çıkamamalarıydı yahut bizdeki ‘Batıcılık’ gibi onlarda da ‘Rusçuluk’ hâkimiyetiydi, tam anlayamadım.  Fakat Rus şoförümüz Maksim’in ilk defa geldiği Moğolistan’da herkesle kolayca Rusça konuşabilmesinin başka anlamı olamazdı.

DSC_0118
Moğolistan’dan alınabilecekler…

MOĞOLİSTAN TARİHİ

Ertesi gün sabahtan kaldığımız otelden on dakika yürüyüşle ulaştığımız Sukhbaatar Meydanı’na geldik ki burası Ulan Batur’un kalbi. Kısaca Sukhbaatar’dan bahsedeyim. Moğolistan’ı Çin hâkimiyetinden kurtaran 1921 devriminin lideridir. Tabii bunu Rus Hükümetinin desteğiyle yaptığını ve sonradan Rus kültürünün etkisinde kalacak yeni bir Moğolistan ortaya çıktığını belirteyim. Başkent UlanBatur’un ismi de Sukhbaatar’dan gelmedir. Bataar (Batur) kahraman demektir, Ulan Batur ise ‘kızıl kahraman’ anlamında…  Damdin Sukhbaatar halen Moğolistan’da çok değer verilen bir lider, adını taşıyan şehir ile her yerde heykelleri var. Bu da Rusların Moğolistan üzerindeki etkisinin halen devam ettiğinin ispatı, ya da bir başka deyişle Rus sisteminin sağlamca yerleştiğinin kanıtı…

20180918_115831-01
UlanBatur’ın kenar mahalleleri

ULANBATUR ATATÜRK İLKOKULU

Meydana çok yakın, ana cadde üzerinde seçkin bir konumdaki Türkiye Büyükelçiliği’nin görünce daha evvelden okuduğum Moğolistan’ın Çin, Kazakistan, Rusya ve Türkiye’yi ana müttefik kabul ettiği aklıma geldi. Gerçekten başkentin en güzide yerinde Türkiye Büyükelçiliğine tahsis edilmesinin başkaca bir anlamı olamazdı. Otelden çıkarken, Sukhbaaatar Meydanı’na yakın olduğunu bildiğim Atatürk İlkokulu ve önündeki Ankara Caddesi’ni görmekti planımız. Sora sora bulduk. Öğrenciler teneffüste olduğu için etraf hareketliydi, okulun önündeki meydanda Atatürk büstü vardı ve atmosfer hoş olunca yarım saat oyalandık. İkinci hedefimiz kente 50 km. mesafedeki görkemli Cengiz Han heykelini görmekti. Bölgeyi tanımadığı için şoförümüz Maksim’e haber vermemiş ticari bir taksiyle gitmeyi düşünmüştük. Irkutsk’daki gibi burada da ticari taksi bulmak büyük sorun olduğunu o zaman anladık. Ana caddelerden birisi üstünde olmamıza rağmen kaldırımda epey beklemiştik ki sürücüsü bayan olan bir özel araç önümüzde durdu ve taksiye ihtiyacımız olup olmadığını sordu. Sevindik tabi, ticari taksiden kaynaklanan boşluğu doldurmaya çalışan halktan birisiydi, belli ki bunu yapan çok insan vardı Moğolistan’da.

20180918_084552
Atatürk İlkokulu ve Atatürk büstü

GÖRKEMLİ CENGİZ HAN HEYKELİ

Kadın şoföre Cengiz Han Heykeli’ne gitmek istediğimiz İngilizce anlattık. 30 dolar civarında tutan Moğolistan parası karşılığı anlaştık. Araca binerken Muratla kendi aramızda Türkçe konuşmaya başlar başlamaz kadın ‘Ah Türk müydünüz siz,” demez mi? Anladık ki Kazak asıllı Arna, Moğolistan’da Türk okullarında okumuş bu yüzden iyi derecede Türkçe konuşuyordu. Kocası hakiki Moğol’muş, yoldan onu da aldık. Kuşkusuz genç kadın kent dışına iki yabancı adamla çıkmak istememişti, haklıydı da…

Mongolia2-1
Cengiz Han Heykeli ve çevresi
20180918_105405
Asansörle Cengizhan’ın kucağına çıkılıyor

Cengiz Han Heykeli Moğolistan’a gelen herkesin mutlaka görmesi gereken bir turistik nokta olmuş. Burası Cengiz Han’ın sağlığında yaşadığı yermiş, hatta bu bölgede bir de büyük savaşı varmış. Heykel de resimlerde gördüğünüz gibi epey görkemli, asansörle çıkılıyordu. Alttaki iki katlı kaidenin içinde dükkânlar ve Moğol imparatorlarını gösteren resim sergileri vardı. Tam ortaya yerleştirilmiş Moğol yemenisi, heykel içinde heykel diye tanımlayabileceğim bir durumdu. Yine burada yöresel Moğol kıyafetleri giyip resim çektirebileceğiniz ortamlar da yaratılmıştı. Ayrıca heykel etrafındaki arazilere Moğol yaşamını temsil eden çadırlar, atlar ve avcı kuşlar yerleştirilmişti. Bizim için keyifli, verimli ve öğretici bir gezi olduğunu itiraf edeyim. Memnun kaldık.

mongolia3-1
Cengizhan Heykelinin kaidesinin içi

KARAKURUM (HARHORİN)

Ertesi sabah Irkutsk’dan yola çıktığımız şoförümüz Maksim’in kullandığı araçla Moğolların başkenti Karakurum’a doğru yola çıktık. Karakurum üç yüz elli kilometre daha batıda, bir gece kalıp ertesi sabah geri döneceğiz ki, UlanBatur-Irkutsk uçuşumuz ikindi saatlerinde, ona yetişelim. İlaveten Karakurum, Kaderler Tableti adlı romanımın önemli mekânlarından birisi olduğu için bir yandan da heyecanlıydım, bakalım okuyarak ve resim-video izleyerek hayalimde oluşturduğum ve romanıma konu ettiğim Karakurum’la kanlı canlı göreceğim Karakurum aynı mıydı?

mongolia4-1
UlanBatur’dan Karakurum’a giderken yol manzaraları

Güneşli bir havada stepleri, tepeleri aşarak yol aldık, tek yönlü düzgün bir asfalttı. Başkentten uzaklaştıkça kırsal kendini daha fazla belli etmeye başlamıştı. Moğolistan’ın toplam nüfusu 3.000.000 (üç milyon) yarısı başkentte yaşıyor kalan yarısı ise yerleşimin yoğun olduğu UlanBatur ile Rusya sınırı arasındaki bölgede…  Haliyle diğer bölgelerin nüfusu çok az olduğundan ne öyle fazla trafik vardı ne de yol boyu köyler, kasabalar… Yaklaşık iki saat sonra yol kenarına sıralanmış kulübelerden oluşan yeme-içme amaçlı bir mola yerinde durduk. Araçtan dışarı çıkar çıkmaz yüzümüze çarpan soğukla kalakaldığımızı hatırlıyorum. Oysa gökyüzü berraktı ve güneş vardı. Ulan Batur’dan sadece yüz küsur kilometre sonra havanın bu kadar soğumasına sebep olan yüksek rakım, dağlık alan da değildi, uçsuz bucaksız bozkırları kat edip gelmiştik. Valizleri açıp üstümüzdeki ince kazakların üzerine bir kazak daha geçirip, montlarımızı giydik. O bile yetmedi, öyle bir soğuk ki, kendimizi kulübelerden birine attık. Murat’la Maksim yiyecek siparişi verdiler ama benim için herhangi bir sebze veya bakliyat seçeneği olmadığı için yemekten vazgeçtim. Murat yemekten önce sıcak süt söylemişti, ben de niyet edip bir tas istedim (bardak yerine tas kullanılıyordu) fakat gelen sütün kokusundan hoşlanmayınca bir yudum daha almadan bıraktım. At sütüymüş.

IMG_7669
UlanBatur-Karkurum arasındaki mola alanı

İçeride olmamıza rağmen soğuk içime işlemişti. Servis yapan kıza tuvaleti sordum, yolun karşısındaki tahta kulübeyi gösterdi. Murat’la Maksim’e tuvalete gidip oradan arabaya geçeceğimi söyleyip ayrıldım. Dona titreye yolun karşısına geçip kulübenin arka tarafına dolanınca tuvalet denilen şeyin tahtaların ortasına açılmış büyükçe bir delik olduğunu görüp biraz afalladım. Kapıda yoktu zaten. Aklımda baskın olan soğuktu, titriyordum, o yüzden önemsemedim. Tuvaletten çıkıp kaldırımdan arabaya koşmaya niyetlenmiştim ki, olduğum yerde nasıl titrediysem yahut soğuktan yerimde zıplayıp durduysam telefonumu düşürüp kırdım. Aksilikler üst üste gelince insan asabileşiyor. Bu ruh haliyle yola çıktığımızda çalışan kaloriferin de üşümüş bedenimi ısıtamadığını fark edince yaşam bir anda gazap kaynağı haline geliverdi. Tabii bütün bunlar benim sorunumdu, keza Maksim zaten Sibiryalıydı, Murat ise soğuktan daha az etkilenmiş görünüyordu ve keyifleri yerindeydi.

IMG_7655 - Kopya
UlanBatur’dan uzaklaştıkça hava soğudu

 

Bir süre böyle yol aldıktan sonra hava yavaşça bulutlanmaya başladı, sonra da kar serpintisi olmuş arazilerin içinde ilerledik. Karakurum’a on, on beş kilometre kala da kar yağışının içine girdik. Bu esnada ya üşümem geçmişti ya da karlı doğanın büyüsüne kapılmıştım tam emin değilim, asabiyetim geçti gitti, dikkatimi etrafa verdim.

IMG_7407
Karakurum yakınlarında at sürüleri
20180919_101901
Karakurum’un giriş takı, kasaba 10 km. daha ileride

Karakurum eski görkemini kaybetmiş basit bir kasabaydı. İnsanın bir zamanlar burasının Moğol İmparatorluğunun başkenti olduğuna inanası gelmiyordu. Sadece kasabanın kenarındaki büyük duvarların çevirdiği Erdene Zuu Manastırı dışında tarihi hiçbir figür göremedim. Erdene Zuu’nun ‘yüz mücevher’ anlamına geldiğini Kaderler Tableti romanımı yazarken geniş çaplı bir araştırma yaptığımdan biliyordum. Öncesinde burada yüz manastır varmış fakat Ruslar sözüm ona Moğolistan’ı Çinlilerden kurtarıp kendileri yerleşirken (1921) Stalin’in emriyle manastırlar yerle bir edilmiş, 1000 kadar Budist rahip de Sibirya’ya sürülmüş. Haliyle yüz mücevherden geriye kaleleri andıran dikdörtgen duvarlar ve içeride de iki adet manastır kalmış.

IMG-20181010-WA0019_1540298718591
Arkadaki yapı Erdene Zuu Manastırı’nın dış duvarları

Bu arada, kendimle gurur duyabileceğim kadar Kaderler Tableti’nde hakiki bir Karakurum canlandırmış olduğumu gördüm. Romanı yazmadan önce burayı görseymişim de aynı tasvirleri yapardım dedim kendi kendime…

Karakurum’un gösterişli tek binası olan otelimiz Ikh Khorum’a yerleştikten sonra oyalanmadan kırk kilometre mesafedeki Orhun Kitabelerini görmek için yola çıktık. Keza ertesi sabaha bırakırsak UlanBatur Havalimanından öğleden sonra kalkacak Irkutsk uçuşumuza yetişemezdik. Erdene Zuu Manastırı’nın batı köşesinden ayrılan yolun başlangıcındaki takta Bilge Kağan Karayolu yazıyordu ve yan taraftaki bir levhada Türkiye Cumhuriyeti’nin bu yolun yapımını ve bakımını üstlendiği belirtiliyordu. Dar ama düzgün bir asfalttan kuzeye doğru gittik. Kar yağışı durmuştu ama soğuk tahammül sınırımızı zorluyordu.

ORHUN KİTABELERİ

Yaklaşık bir kilometre kare alana yayılmış, pek çok kitabe ve heykelden oluşan bu alandaki eserler şu anda gerçeklerinin replikası… Orijinalleri ise Bilge Kağan Karayolu’nun bittiği yerde Türkiye Cumhuriyeti tarafından yaptırılan bir müzenin içinde korumaya alınmış. Hava o kadar soğuktu ki arazideki bütün eserleri gezip görme imkânımız olmadı yoksa biz de kısa sürede oradaki heykellerden birine dönüşebilirdik. Bir yandan da merak edip durduk; Eylül ortasında bu kadar soğuk bir yerde atalar nasıl yaşamış, nasıl savaşmış anlamak mümkün değil. Ya o zaman bu kadar soğuk değildi ya da olağanüstü yaşam şartlarına kendilerini uydurmuşlardı.

mongolia7-1
Orhun Kitabelerinin kaldırıldığı müze ve Karakurum’dan başlayan 40 km. lik Bilge Kağan karayolu’nun bittiği yer. Müze hemen solda kalıyor.

 

Arazinin hemen yanındaki müzeye gittiğimizde kapısı kapalıydı, sonra motorla gelen birisi bize kapıyı açtı. Bu mevsimde oralara gelen pek kimse olmadığından belli ki birkaç yüz metre ilerideki tek katlı evde yaşayan görevli ziyaretçi geldiğinde işinin başına geçiyordu. Girişte Orhun Kitabeleri temalı tişörtler satılıyordu fakat çok özensiz ve basit bulduğumuzdan almadık. Uzunca bir koridordan geçince arazide dağınık halde duran bütün eserlerin orijinallerinin epey büyük bir alana sığdırıldığını gördük. Bu eserlerin en önemlisi üç adet kitabeydi; MS 720 yıllarından itibaren dikilmiş Vezir Tonyukuk, Kül Tigin ve Bilge Kağan kitabeleridir.  Bu anıtlarda özet olarak Göktürk devletini kurmuş olan Bumin Han (490-552) dan sonra torunlarının kötü idaresi sonucunda halkın Çin esaretine girmesini, Çinlilerle evlenerek saflıklarının bozulmasını, Kül Tigin (684-731) ve kardeşi Bilge Kağan(683-734) ile yeniden görkemli günlerine dönüp imparatorluk yolunda ilerlemelerini anlatır. Eski Türklerin sonradan çekik gözlü olma sırrı Bumin Han’dan Bilge Kağan’a kadar olan yaklaşık 150 yıllık dönemin eseri olduğu kitabelerden gayet net anlaşılmaktadır. Bu arada müze içindeki eserlerin açıklamalarından bütününün Göktürklere ait olmadığını anlayınca biraz şaşırdığımı belirtmeliyim. Aslında Göktürklerden kalma heykeller ve kitabelerin içinde çok görkemli olmasa da Yenisey Kırgızlarına ait,  yaklaşık 200 yıl evveline (6. Yüzyıl) tarihlenmiş başka eserler de vardı.  Bu durumda şöyle bir varsayım gerçekleştirmek mümkün, daha evvel bu topraklarda Yenisey Kırgızları varken sonradan Göktürkler yerleşmişti ve onların eserlerini koruyarak kendilerininkini ilave etmişlerdi.

mogolia6-1
Müzenin içi

Geri döndüğümüzde akşam olmak üzereydi fakat Erdene Zuu’yu gezecek kadar da vakit vardı, soğuk bu isteğimizi engelledi. Abartmıyorum gerçekten insanın içine işleyen dayanılmaz bir soğuktu. (Neymiş; Moğolistan’a Temmuz ve Ağustos ayları haricinde gelinmemeliymiş) Kendimizi otelin lokantasına atabildik. Neyse ki mönüde yiyebileceğim pek çok çeşit vardı ve yemekler gerçekten güzeldi.

mongolia8-1
Karakurum’da kaldığımız otel ve bir markette gördüğümüz Moğol kız.

Ertesi sabah Erdene Zuu Manastırı’nın karşısında kulübelerden oluşan derme çatma çarşıdan alışveriş yapıp (sezon olmadığı için dükkânların çoğu kapalıydı, açık olanlarda ise ürün çeşidi çok azdı) Karakurum’dan ayrıldığımızda hafifçe yağmış karın bozkırlara verdiği güzellikle keyifliydik… Yol boyu vahşi doğal yaşamın bütün izleri gözümüzün önünde aktı gitti. Yol kenarında ölmüş atların üzerine çullanmış akbabalardan, sülünlerle dolu arazilere kadar görsel şölene tanık olduk. Karlı bozkırlardaki at sürüleri, tek hörgüçlü develer, cinsini bilmediğim kuşlar, her şey muhteşemdi.

İlgilisine not: Biz Karakurum’dan UlanBatur’a geri dönerken Kaderler Tableti adlı romanımda yolcularımız Orhun Kitabeleri’nden daha batıya Erdenehairkhan adlı kasabaya gidiyorlar ve orada Ergenekon’un izini sürüyorlar. Kış şartlarında o kadar uzun mesafeli yolculuğu yapmak mümkün olmadığı gibi zamanımız da yoktu. O kısmı merak edenler Kaderler Tableti‘ni okuyacak artık.

MOĞOLİSTAN KIRSALINDA KAYBOLDUK

Muhteşem olmayan bir şey vardı; yol durumu… Uçağa yetişemeyecek gibiydik. Murat bir öneri getirdi; şoförümüz Maksim nasıl olsa Irkutsk’a dönecekti, biz de onunla dönüp ertesi sabah 11:00 deki Irkutsk-Moskova uçuşumuza rahat rahat yetişebilirdik üstelik böylece acele etmemize gerek olmayacaktı, yolun ve yolculuğun tadını çıkaracaktık. Yalnızca geceyi Irkutsk’daki bir otelde değil araçta geçirecek olma sorunu bizim gibi büyük maceracılar için sakıncasız hatta arzu edilir bir durumdu. Murat’la ikimiz hemfikir olunca şoförümüz Maksim aracın navigasyonundan bir güzergâh gösterdi, oradan gidersek başkente hiç uğramadan alternatif bir yol üzerinden UlanBatur-Sibirya arasındaki ana yola çıkacak, üstelik 2-3 saat kazanacaktık hem de yeni bir Moğolistan coğrafyası görmüş olacaktık. UlanBatur’a yaklaşık 100 km. kalmışken Bayankhangai adlı kasabada navigasyonda Harhorin Highway yazan ana yoldan çıktık, tabii siz yolun adındaki highway’a takılmayın, tek şeritli dar bir asfalt yoldu ki az sonra gireceğimiz yolları gördükten sonra burasının gerçekten highway olduğuna ikna olacaktık…

IMG_7762
Asfalttan sonra önce böyle bir toprak yola girdik
IMG_7743
Sonra bozkır düzlüklerinde sadece teker izlerinden oluşan bir yolda devam ettik. Burası Yandeks navigasyonda anayol olarak görünüyor.

Evvela kötü olsa da asfalt bir yolda devam ettik, sonra yol toprak oldu. Navigasyonda alternatif bir ana yol gibi göründüğü için biraz şaşırdık ama artık yapacak bir şey yoktu ve bir saattir bu alternatif yoldaydık. Sonra toprak yol da bitti, steplerin bitki örtüsü üzerinde teker izi oluşmuş yol denmeyecek bir güzergâh boyu ilerlemeye başladık. İlerledikçe karın daha fazla olduğu yerlere geldik, artık yol filan kalmamıştı ortada ve sadece navigasyon vardı. Böyle bir gaflet içindeydik. Aslında navigasyonun tamamen hatalı olduğunu sonradan anladık ama iş işten geçmişti. “Dönelim” dedim ama buna hiçbirimizin niyeti yoktu, keza bir saat daha gitmiştik böyle. Ara ara karşımızdan araçlar ve at üstünde Moğol köylüleri geliyordu galiba buna güvendik ve devam ettik. Kar ise gitgide daha kalınlaştı. Yol boyunca sadece Taliin Uul Bag (yıpranmış bir ahşap tabelada yazan isim) adında bir köy görmüştük, Sonra da giriş takında Ugtaal yazan bir kasabaya gelince altımızdaki yoğun kara rağmen cesaret bulduğumuzu söyleyebilirim. Altımız bembeyaz kar olduğu için her taraf yoldu bizim için ve kasabanın kenarından geçip gittik.

IMG_7825
Arkada Ugtaal adlı kasaba görünüyor, bir müddet daha gittikten sonra kara saplanıp kalacağımızı henüz bilmiyoruz.

Kasabayı epey geride bıraktık, bu arada gidiyoruz ama muhtemelen bozkır düzlüklerinde ilerliyoruz, yol yok, olsa da zaten kardan görünmez, sadece yanıp sönen navigasyon ışığı rehberimiz, o kadar. Birden aracımız kara saplanıp kaldı. Aslında bu bir işaretti fakat o anda algılayamadık. Şoförümüz Maksim, Sibiryalı olduğu için ağır kış şartlarına alışkındı, üstelik aracın arka bagajında her türlü karla mücadele aleti de mevcuttu. Yarım saat uğraşarak aracı kar yığınından kurtardı. O anda belki hepimizin aklında geri dönmek vardı ama navigasyona bakınca geldiğimiz kadar daha gidersek Sibirya sınırına yakın bir yerlerde UlanBatur-Sibirya yoluna çıkacaktık ve bu cazip seçenek geri adım atmamızı engelliyordu.

Devam ettik.

Kısa süre sonra aracımızın burnu öne düştü ve öylece kaldı, karın doldurduğu bir çukura saplanıp kalmıştık, üstelik bu defa Maksim’in gayretiyle de aracı kurtarabilecek durumda değildik yani en azından görüntü öyleydi. Hava buz gibi olduğundan üşümemek için araç çalışır haldeydi ama yakıtın ne kadar gideceğini bilmiyorduk ve üstelik önümüz akşamdı. Telefonlarda sinyal yoktu, yardım isteyemezdik. Böyle durumlarda ilk yapılacak şey durum tespitidir. Kilometrelerce ilerideki bir yamaçta bir Moğol çadırı seçtim, Ugtaal adlı kasaba da bembeyaz bir coğrafyanın içinde gri bir leke şeklinde belli belirsiz seçiliyordu. Karın bu kadar yoğun olduğu bir arazide iki kurtarıcıya da ulaşmak zor gibiydi, üstelik arazideki karla dolmuş çukurlardan birisi mezarımız olabilirdi.  Öyle olunca Maksim aracı kurtarmaya girişti. Küreklerle tekerlerin altını temizleyecek sonra plastik paletleri tekerlerin altına koyarak çukurdan çıkmayı deneyecekti.

IMG_7815
Daha ileriye gidemedik…

Kar yağmıyordu ama soğuk dayanabileceğimiz derecenin altında olduğu için mecburen aracın içine girdik, Maksim ise aracı kurtarmak için çalışmaya başladı. Benim moralim bozuktu, yakıtın bitme ihtimalinden, geceyi burada geçirmek zorunda kalabileceğimize kadar bir yığın seçenekle boğuşuyordum ki hiç birisi avunulacak şeyler değil, tam tersi moral bozucu sayıklamalardı.  Akşama bir-iki saat kalmıştı. Bir araç, bir atlı geçse diyordum içimden, kurtulmak için tek seçenek buymuş gibi görünüyordu keza.

İhtimaller, umutlar, korkularla ne kadar boğuştum bilmiyorum ama artık iyiden iyiye hava kararmaya başlamıştı. Maksim en az iki saattir aracın altında çalışıyordu, gözüm bir yandan yakıt ibresindeydi… Üstelik bu sürede ne araç geçmişti yakınımızdan ne de atlı. Aracın içinde sabahlamaktansa üstelik sabahlayabileceğimizin garantisi yoktu, donabilirdik, uzak da olsa karşı yamaçların birisinde görünen Moğol çadırına kadar yürümek en akıllıca yol gibi gelmeye başlamıştı. Çareler tükenirken insan tutunmaya çalıştığı ipin sağlamlığına bakmıyor, kendimi araçtan dışarıya atmış etraf zifiri karanlık olmadan çadıra doğru yollanmaya niyetlendim, o esnada aracın altının kardan tamamen temizlenmiş olduğunu gördüm. Maksim gerçekten iyi çalışmıştı. Bize önden geriye doğru itersek aracı çukurdan çıkarabileceğini söyleyerek direksiyona geçti.

Ya Muratla ikimiz, İzmir’in kurtuluşunda 215 kiloluk top mermisini tek başına kaldıran Seyit Onbaşı’na dönüşmüştük yahut Maksim çok maharetliydi bilmiyorum, araç bir iki höykürüp tısladı ve burnu üstü gittiği çukurdan gerisin geriye çıktı. O anda bu inanılmaz bir olaydı hatta mucizeydi.

Artık geldiğimiz yoldan geri dönmekten başka çare kalmamıştı. Ugtaal’a kadar yoğun karlı bölgeydi, bu kısmı teker izlerimizi takip ederek ilerledik, kasabadan sonra daha az kar vardı, sonrası için işimiz kolaydı. Ana yola çıktığımızda artık vakit gece yarısına yaklaşmıştı, en az yedi-sekiz saat kaybetmiştik ve haliyle sabahki Irkutsk-Moskova uçuşuna yetişmemiz imkânsızdı fakat o anda Moğolistan’dan bir an önce kurtulma fikri baskın olduğundan bunu dert edecek halde değildik, Irkutsk’a varınca nasıl olsa başka bir uçuş bulurduk.

Ne var ki Moğolistan çilemiz dolmamış meğer.

KAR FIRTINASI

Başkent UlanBatur’u geçip Sibirya’ya doğru yol almaya başladığımızda dağlık bölgede bu defa tipiye yakalandık ve bir yerde de küt diye kalakaldık. Neyse ki burası anayol olduğundan önümüz, arkamız, her taraf araç ve insandı, korkacak bir durum yoktu. Sabaha kadar bütün yolcular kara saplanmış vaziyette bekledik. Tipiyse var gücüyle devam etti. Tabii diğer araçlar için bunu söyleyemem ama Moğolistan’ın bir karla mücadele ekibinin olması gerektiğini ve yolu açacağını düşündük hep. Öyle olmadı, sabaha yakın resmi görevliler geldi ve Sibirya yolunun tamamen kapandığını, kontrollü olarak Ulan Batur’a geri dönmemiz gerektiğini söyledi.

IMG_7969
UlanBatur-Sibirya karayolunda kar fırtınasına tutulduk.
IMG_7930
Sabaha karşı UlanBatur’a geri dönmeye çalışıyoruz

İyice moralimiz bozulmuştu, Moğolistan’a hapsolup kalmış gibi hissediyorduk kendimizi ve buradan kurtulmak için ne gerekiyorsa yapmaya razıydık.

Yoğun kar yağışı altında, kağnı arabası hızında Ulan Batur’a geri döndüğümüzde sabah çoktan olmuştu, Maksim’e bizi havalimanına götürmesini söyledik. Türk Hava Yolları uçağında yer bulmak ve kendimizi Türkiye’ye atmak dışında hiçbir şey düşünmüyorduk. Kaçan uçuşlarımız, ödeyeceğimiz yeni astronomik ücret filan hiç biri umurumuzda değildi o anda. THY’nin İstanbul-UlanBatur uçuşunu çok pahalı bulup Rusya üzerinden gittiğimiz için kefaret ödüyorduk sanki! THY ofisine gidip öğlen kalkacak İstanbul uçağında yer olmadığını öğrenince yeni bir hayal kırıklığına daha uğradık. Üstelik önümüzdeki iki gün boyunca da yer yoktu. Belirteyim, diğer ülkelerden UlanBatur’a çok fazla uçuş yok. En yakın kent olan Sibirya’nın başkenti konumundaki Irkutsk’dan dahi her gün uçuş yok, varın anlayın! Ve fakat… Bir gün önce Irkutsk’a uçacak olan uçağımızın kötü hava şartları nedeniyle kalkamadığı ve  ertesi güne ertelendiği için yeni uçacağını anladığımızda bir halay çekmediğimiz kalmıştı ki artçı şokla sersemledik. S-Irkutsk’ta kaçırdığımız uçaktan dolayı sıralı uçuşu bozduğumuz için yeniden ücret ödemek zorundaydık. Olsun, THY ile Türkiye’ye uçmak için gözden çıkardığımız paranın yanında bu hiçbir şeydi. Zaman kısıtlıydı, uçuş ücretini ödedik, uçağın kalkış saati geldi ve ikimizi bekliyorlar… Hengame sürerken Maksim’in ücretini ödemeye gelmişti sıra, 1000 dolar diye tutturmaz mı… 360 dolara anlaştık diyoruz, Nuh diyor peygamber demiyor. Yollarda mahsur kaldığını anlatıyor, bense o yolu önerenin kendisi olduğunu, bizim de hayatımızı tehlikeye attığını bağıra çağıra söylüyorum, o esnada görevliler çabuk olun diye uyarıyor, tam bir kâbus… Bizim uyanık Rus’un eline bir 700 dolar sıkıştırıp kendimizi pasaport kontrolüne atabildik ki sinirlenme limitlerim dolmuştu ve sakin olmaya çalışıyordum.  Uçağı görünce neden bu kadar rötar yaptığını da anlayıverdim. Küçük pervaneli olanlardandı ve elbette bir gün evvelki hava şartlarında havalanması mümkün değildi.

mogolia5-1
Yer bulamadığımız Türk Hava Yolları uçağı yolcu alırken biz Irkutsk’a gidecek pervaneli uçağa biniyoruz

Evet, Moğolistan’dan sonunda kurtulmuştuk fakat bunu farazi söylüyorum yoksa o kadar aksiliğe rağmen gerçekten Moğolistan coğrafyasını, yemeklerini, kırsal kesimdeki kültürünü çok beğenmiştik ve etkilenmiştik. Fakat siz niyet ederseniz daha evvel de söylediğim gibi Haziran-Ağustos arasında gidin ki tadını çıkarın, bizim gibi hevesiniz kursağınızda kalmasın.

BİR DAHA RUSYA’YA GİDER MİYİM?

Irkutsk’a döndüğümüzde hem Moskova uçuşumuz kaçmıştı hem bundan sonraki uçuşların ücretini yeniden ödemek zorundaydık. Tabii Irkutsk’a girerken tıpkı çıkarken olduğu gibi yeni bir pasaport kontrolü zulmüne daha uğradık. İnsanı aşağılık bir yaratıkmış gibi hissettiren görevli bayanları ömrüm boyunca unutmayacağım. Ben bir gezginim, dünyanın yarısını gezdim ama Rusya’daki pasaport kontrollerindeki muamele gibisini asla görmedim. Ha şunu da belirteyim, sözünü ettiğim muamele sadece ikimizeydi, yani anlaşılıyor ki Türk vatandaşları Rusya için potansiyel sorun. Bana soracak olursanız bir daha Rusya’ya gitmem.