Ocak 2019, Peru’ya kaçıncı gelişim, artık sayamıyorum ama Şili’nin kavurucu sıcağından sonra Lima’nın yaz-kış 20-30 derece arasında değişen ısısı ve yakıcı güneş ışıklarını kesen bulutlu havası her zaman olduğu gibi yine çok iyi geldi bana.

YENİDEN LİMA
Lima’yı çok sevmeme etken başka sebepler de var elbet. Geleneksel yaşamla modern hayat bir arada deneyimlenebilecek şehirlerden Lima. Ayrıca mutfağı çok iyi; farklı tatlara mesafeli birisinin dahi memnun kalacağı çok çeşitli ürünler bulmak, denemek mümkün ki ben hayatımın en lezzetli çorbalarını burada tattım. Milli içkileri Pisco ise tek başına sıradanken, yumurta akı ve limonla piscosur, maracuya meyvesiyle de piscomaracuya olarak sınırları zorluyor. Lima’nın gece hayatı da muhteşem fakat tek kusuru var, fazla dağınık. Örneğin Santiago’nın Bellavista’sı gibi bir eğlence merkezi yok ya da bizim Beyoğlu gibi, Kadıköy gibi belli başlı bölgelere toplanmamış, kocaman şehrin her tarafına güvercin yemi gibi serpilmiş. (Miraflores’deki Calle Berlin, bir nebze de olsa eğlence caddesi olmaya doğru ilerliyor) Peru bir tropikal meyve cenneti aynı zamanda… Pazarlarda adını duymadığınız, cismini görmediğiniz pek çok meyve görmek mümkün, bunun yanında şifa verici ve halüsinojenik bitkilerin tozları satılıyor. Köşe başlarında haşlanmış mısır satanlar, pişiciler, baklacılar, tam bir curcuna ama keyifli…

Lima’yı köşe bucak iyi biliyorum ama hep ertelediğim bir ziyaret vardı, San Cristobal Tepesi… Burası eski Lima’nın merkezine çok yakın olmasına rağmen bir türlü sıra gelmemişti, oysa buradan bütün Lima’yı kuşbakışı izlemenin mümkün olduğunu biliyordum. Bu defa Perulu arkadaşım, aynı zamanda şoförüm de olan Erik ile bu isteğimi gerçekleştirdim. Erik ve eşi Rosa bana And Dağları yolculuğumda eşlik ettiler, bu ilginç çiftten ara ara bahsedeceğim.

San Cristobal Tepesi’nin zirvesine dar bir asfalt yoldan araçla ulaşmak mümkün fakat biz arka kısımdaki gecekondu mahallesinden tırmanarak çıkmayı tercih ettik. Eşek yolu dediğimiz ayak izlerinin oluşturduğu güzergâhı takip ederek epey yorucu bir tırmanış oldu ama değdi. Zirveden Lima manzarası muhteşem, ilaveten küçük bir müze ile yeme-içme ihtiyacını karşılamak için bir büfe de var. Sonrasında ise yürüyerek inmeyi gözümüz yemediği için tepeye ziyaretçi getiren Peruların ‘mototaksi’ dediği bir üç tekerlekli araçla geri döndük. Tepeye çok yakın Lima mezarlığını da ziyaret etmek istiyordum ki burası ilginç mezarlarıyla dünyanın en iyilerindendir fakat Erik kocaman gözlerini açıp, el kol hareketleriyle tehlikeli olduğunu, orada adam kestiklerini söyledi. Ben de mezarlığı daha sonraya bıraktım. Belirtmeliyim ki, Şili ve Peru’nun Atacama Çölü bölgesindeki bütün şehirlerinde aynı korkuyla karşılaştım. Buna karşılık mesela And Dağları’nda yahut Şili’nin çöl olmayan bölgelerinde aynı fobi yok, bu panik hali sadece çölde… Defalarca gittiğim için artık bu korkunun nedenini biliyorum ve bir önceki yazımda anlattım:

Lima’da iki haftaya yakın vakit geçirdim ama bu daha çok kafa dinleme odaklıydı. Miraflores sahilinde yürüdüm, eski Lima’da alışveriş yaptım, sevdiğim dondurmacılarda, kafelerde ve lokantalarda yedim-içtim, bazı akşamlar eğlence mekânlarında pisko içip eğlenenleri izledim, her şey çok güzeldi. Bu arada yeni dostluklar edindim. Örneğin Perulu bir doktor bana yerel bitkilerden elde ettiği ilaçlarla bazı hastalıkları tedavi edebildiğini anlattı, yaşlı bir Perulu kadın Türk olduğumu öğrenince hevesle Türk dizilerinden konu açıp İstanbul’u çok merak ettiğini söyledi. Genç bir Venezuelalıdan ülkesindeki vahim olayları dinledim. Bir garsonun İstanbul’a gitmek ve orada çalışmak için planlar yaptığını öğrendim. Ayrıca Türk dizilerinin nasıl deprem etkisi yarattığını da gözlemledim. Perulular artık çocuklarına Türk isimleri koymaya başlamış, Türk kahvesi içmek ve ardından fincanı kapatarak fal bakmak istiyorlarmış. Perulularla bir aradayken insanın canı hiç sıkılmıyor gerçekten. Üstelik çok mutlu ve güler yüzlüler.

4500 RAKIMA DOĞRU…
Dört günlük And Dağları programını Peru’ya gitmeden önce yapmıştım. And Dağlarının Cusco-Puno arasındaki güney bölgesini daha evvel görmüştüm şimdi sıra orta kesimdeydi ve burada özellikle Huallay ve Ayacucho bölgelerini çok merak ediyordum.

Münür Üstün ve Sayım Çınar’la geçen yılki Peru seyahatinde günübirlik Paracas gezimiz için kiraladığımız taksinin şoförü Erik ile sosyal medyadan bağlantımızı sürdürmüştük. And Dağları gezim için yeniden onunla temas kurdum, keza Erik biraz süratli araç kullansa da sonuçta iyi sürücüydü. O seyahatimizde Erik ilk defa Lima’dan dışarıya çıktığını söylemiş çok şaşırmıştım. And Dağlarına karısını da götürmek istediğini söyledi, o da Lima’nın dışına hiç çıkmamış, itiraz etmedim. Lima’dan bir sabah yola çıktığımızda ilk hedefimiz 4500 rakımlı Huallay bölgesiydi.

Lima’dan kuzeye Atacama Çölü boyunca ilerleyip sonra yemyeşil bir vadi olan Huaral’dan batıya, And Dağlarına doğru kıvrıldık. Önce dar ama düzgün sayılacak bir asfalt boyu gittik sonra hem doğa vahşileşti hem de yol hamlaştı. Artık And Dağlarının koynunda dar bir toprak yolda ilerliyor, rakım git gide yükseliyordu. 1500 metre rakımda bile avokado yetiştiriciliği yapıldığını görüp şaşırdım, dönüşte 2500 rakımda da avokada ağaçları görünce iyice afallayacağımı şimdiden belirteyim. Soğuk iklimli yüksek And Dağlarının arasındaki vadiler Atacama Çölü’ne açıldığından çölün sıcak havasının buralara kadar çıktığının ispatıydı bu durum. And suları bu vadilerden Atacama Çölü’ne akıyor ve yaşam alanları yaratıyorken, çöl de sıcak havasını göndererek karşılık veriyordu demek ki!

Saatler sonra bir düzlüğe çıktığımızda anladım ki Andların yüksek platolarından birisindeydik. Artık hava buz gibi ve yağmur çiseliyordu. Rakımın 4500 üzeri olduğu küçük göllerin bulunduğu platoda bir müddet yol aldıktan sonra Huallay kasabasına geldik. Akşam olmak üzereydi. Yolun kötü, arazinin sarp olması nedeniyle sabah çıktığımız Lima’dan Huallay’a akşamüstü gelebilmiştik, yol 250 km. bunu da not düşeyim.

HUALLAY VADİSİ
Huallay küçük bir kasaba, rakım nedeniyle oldukça soğuk. Benim uzun süredir ilgi alanımda olan vadi ise 7 km. daha ileride. Akşam olmak üzereydi, bu nedenle gece kasabada kalacağız yarın sabah vadiyi gezip yola devam edeceğiz, bu şekilde programladık. Kasabada çok fazla otel bulunmuyor, en iyisi olarak bize tavsiye edilen polikarbon kaplamalı ve cam giydirmeli bir otele yerleştik (üç yıldızlı) ama otelde ısıtma tertibatı yoktu, elektrikli soba istedik onu da temin edemeyeceklerini söylediler. Hava sıcaklığı eksilerdeydi, üstelik Güney Amerika’nın yaz ayındaydık ki, kışı düşünemiyordum ve ısıtmasız bir oteldi. Yatakta yorgan ve battaniye olmasına rağmen kat kat kazakları giyip yattım yine de soğuk ve rahatsız bir gece geçirdim. Sabah olunca baktım ki şoförüm Erik’le eşi Rosa da perişan, hele Rosa’yı hem yüksek irtifa hem soğuk daha fazla vurmuş görünüyordu. Bir müddet baş ağrısı ve mide bulantısıyla kıvranıp durdu, ben yanımdaki ilaçlardan verdim. Akşam yemek yediğimiz (ben yiyememiştim çünkü et dışında menü yoktu) bitişikteki restoranta geçtik, kahvaltı menüleri yoktu, coca çayı ve kuru ekmek yemek yemek zorunda kaldım. Yıllardır hayalini kurduğum Huallay Vadisi’ne daha ulaşamadan yeterince hevesim kırılmış olarak otelden ayrıldık.

Toprak ve ham yol nedeniyle hoplaya-küpleye geldiğimiz Huallay’dan sonrası asfalttı, kötü geçen gecenin ardından şans gibi kabul ettik bunu. Kasabayı geride bırakıp vadinin tırtıklı tepeleri önümüzde belirdiğinde yıllardır süregelen bir arzumu daha gerçekleştirmenin sevinciyle dolduğumu itiraf edeyim. Karayolu vadinin içinden geçiyordu, kontrol kulübesinden bilet alıp girmemiz uzun sürmedi bu yüzden. Ne var ki hava gitgide soğuyordu üstelik çok hafif bir yağmur çiselemeye de başlamıştı. Ara ara gök gürlüyordu. Erik de Rosa da ilk defa yağmur görüyor ilk defa gök gürültüsü duyuyorlardı. Lima’da yaşadıkları için yağmur ve şimşekle tanışmamışlardı daha evvel, o andaki şaşkınlıkları vadinin enteresan yapısından daha ilginç geldi bana. Küçük olan dünya değil bizdik aslında; yerinden kıpırdamayan, iki adım ötedeki coğrafyayı, yaşamları görmeyen biz… İki saat kadar kaldık ve vadinin büyük bir kısmını dolaştık; vadiyi özel kılan sebeplerin içinde kaya çıkıntılarında hayvan, eşya figürleri görmek, gördüğünü yanındakilere anlatmak hatta fal tutmak gibi eğlence amaçlı popülist yanları olsa da alışılmışın dışındaki coğrafik yapısı elbette birinci nedendi. İşin aslı burada daha fazla vakit geçirilebilirdi ama gerçekten çok soğuktu ve yağmur aralıklarla yağıp sonra duruyordu.

Meraklısına bir not düşeyim; vadiye yakın yerlerde epey kaliteli kaplıca tesisleri gördüm, galiba bu tesislerde birkaç gün kalıp etrafı tanımak daha mantıklıydı. Öyle ışık hızında gelinip geçilecek değil, sindirilecek, tadı çıkarılacak yerlerden olduğuna kanaat getirdiğim bir bölge olarak aklımda yer etti, her ne kadar soğuğu kafamda bir ünlem yaratsa da sonuç değişmedi.

ANDLARIN BÜYÜK KENTİ: HUANCAYO
Huallay Vadisi’nden sonra kilometrelerce düz bir asfaltta Huancayo’ya doğru yol aldık. Sıcacık ekmeklerin, peynirlerin ve adını bilmediğim tatlıların satıldığı 4500 rakımlı And platolarındaki köyler ve kasabalarda mola verdik. Epey büyük olan Junin Gölü çevresindeki yüksek rakımlı yolculuğumuz yeniden And vadilerine girmemizle daha heyecanlı ve manzaralı bir rotada devam etti. Yol tek şeritli olmasına rağmen kalitesi yüksekti ve 250 km’lik Huallay-Huancayo hattını sorunsuzca tamamlayıp ikindi saatlerinde Huancayo’daki otelimize yerleştik.

Huancayo’nun And Dağları’ndaki en büyük kent olduğunu biliyordum; nüfusu 400.000’e yakın, rakımıysa 3200 civarıy. Havası Huallay kadar soğuk değil, mont giymeden kazakla dolaşmak mümkün. Merkezi pazarlarla dolu, kargaşalı, gürültülü, acayip bir yer, dahası salaş ve pis. Ne var ki halkı saf ve tertemizdi. Bunu alışveriş yaptığım pazar esnafıyla, yer tarifi aldığım insanlardan anladım. Akşam yemeği için girdiğimiz lüks bir lokantada yemek seçmede zorlanınca beni mutlu etmek için nasıl çabaladıklarını gördüm örneğin, sokaktaki bir genç kıza Huancayo’nun en iyi lokantasının nerede olduğunu sormamızla kızın önümüze düşüp bu lokantaya getirdiğini gördüm. Seyyar yiyecek satan bir kadından pişi alırken aynısının Türkiye’de yapıldığını ve adının pişi olduğunu söylediğimde (tarzanca tabii) kadının diğer seyyarlara ‘pişi-pişi’ diyerek bilgi gösterisi yapıp eğlendiğini ve sonra parasını almak istemediğini, kendisinin ikramı olduğunu söylediğini, yine pazarda peynir aldığım kadının Türk olduğumu öğrenmesiyle, torbaya bir paket de fazladan koyduğunu gördüm… Şehirleri güzel yapan halkıdır, bunu bir kere daha anlamıştım. Sokakları pislik içinde, çürük sebze-meyve kokan, korna sesinden kulağının zarı patlayan, caddelerinde seyyar satıcıdan yürünmeyen bir şehre kim güzel der ki, ama ben bugün Huancayo’yu çok güzel bir şehir olarak hatırlıyorsam sebebi insanlarıdır.

Bununla beraber hem yol güzergâhında hem de Huancayo’da et dışında yemek bulmanın imkânsız olduğunu söylemeliyim. Burada genellikle at eti yeniyor, buna çok şaşırdım. Ayrıca ‘cuy‘ dedikleri, literatürde adı ‘gine domuzu’ olarak geçen tavşanla fare arası bir hayvan da çok tüketiliyor ki pazarlarda kesilip temizlenmiş halde bolca satılıyor. Huancayo’da Erik gözümün önünde o hayvandan yedi, ben de tebessüm ederek onu izledim.

Huancayo’da bir gece kalıp ertesi sabah Ayacucho’ya gitmek için yola çıktık. Huancayo çok önceden beri ilgi alanımda olan bir kentti bunun nedeni, koloniyel dönemden kalma kültür varlıklarıyla, 23 km. yakınındaki Alanya kasabasıydı. Malum ben de Alanyalıyım (Türkiye Alanya’sı tabii)…

AND DAĞLARI BİR TÜRK’E HİÇ BU KADAR MARUZ KALMAMIŞTI
Huancayo’ya bizi getiren asfalt kadar olmasa da başlangıçta yol konforu fena değildi ancak Peru’da yolların sürekli asfalt ve düzgün olmadığını önceki tecrübelerimden biliyordum. Huancayo’dan Ayacucho’ya giden rota, sarp dağların arasından ve yüksek platoların üzerinden geçtiği için heyelanların kapattığı, derelerin altını oyduğu kesintili bir güzergah olduğundan pek çok alternatif yollar açılmışsa da hepsi konforsuz, toz-topraktı. Tam beklediğim gibi, harita üzerinde 350 km olarak görünen yol, platonun bitimiyle sarp dağlık bölgeye gelince bozuldu. Bir müddet tek aracın geçebileceği, asfaltı yıpranmış bir rotada ilerledik. Sonra korktuğumuz başımıza geldi, mola verdiğimiz bir köyün ardından görevlilerin yolu kestiğini gördük. Bu hayatımda gördüğüm ilk canlı toprak kaymasıydı. Dağ gümbür gümbür vadiye doğru akıyordu.
(Not: Peru seyahatimin bitiminde Türkiye’ye dönerken Panama Havalimanı’nda cep telefonumu çaldırdım. Çok şarj gitmesin diye bulutu kapattığım için bütün fotolar ve videolar gitmiş oldu böylece. Toprak kaymasını canlı canlı çekmiştim, en çok hayıflandığım kaybım bu oldu. Demek ki seyahatlerde ‘life box’ türünden depolayıcıları ve bulut programlarını kapatmamak gerekiyormuş.)
Geri döndük mecburen, harita üzerinde doğumuzda paralel bir yol daha görünüyordu, kestirme bir yoldan oraya çıkmayı planlamıştık. Sorarak, tarif alarak dar bir toprak yola girdik ve kıvrıla kıvrıla yükseldik. O güne kadar gördüğüm en hakiki, en vahşi ve en güzel And doğasıydı bu. Kilometreler boyunca tek bir araçla dahi karşılaşmadık, uzaklarda ilkel köyler gördük ve nihayet birkaç saat sonra zirveye ulaşıp sonra engebeli bir platoda yol aldıktan sonra paralel yola ulaştık. Sonradan Google Earth’den geçtiğimiz coğrafyaya bakınca zirvede rakımın 4800’lere ulaştığını görüp şaşırdım, harika bir deneyimdi bu. Girdiğimiz alternatif güzergâh asfalt değildi ama geniş ve stabilizeydi, üstelik dikkat çeken bir araç trafiğine sahipti. Çok vakit kaybetmiştik, Ayacucho’ya akşam olmadan ulaşmamız zor görünüyordu fakat buna rağmen ben halimden memnundum çünkü And Dağlarının aşılmaz zirvelerini görmüş, az oksijenli kirlenmemiş havasını içime çekmiş, resim çekip belgelemiştim. Bu seyahatimle Peru Andlarının üçte ikisini tamamlamış olacak ve sadece kuzeydeki Cajamarca ve Ancash bölgeleri kalacaktı ki bilmiyorum benim kadar Peru’yu köşe-bucak gezmiş biri daha var mıdır?

(Neyse ki buradan iki resmi sosyal medyadan paylaşmışım, onları bari kurtarmış oldum.)
BİLİNMEYEN GÜZELLİK; VALLE De CHAİPARA
Ayacucho’ya yaklaşık 50 km. kala yol, düzgün bir asfalta döndü, işte tam burada inanılmaz bir doğal güzellik gördüm. İçinden büyük bir akarsuyun geçtiği enteresan bir vadiydi; Valle de Chaipara… And Dağlarında onca farklı doğa yapısı görmüştüm ama burası en başkaydı. Kıpkırmızı, sapsarı sütunlardan oluşan dimdik tepeler bir masal dünyasından önümüze düşmüştü ve maalesef artık hava kararmaya başladığından tamamını görmek mümkün olmadı. Yolu uzatmak zorunda kalmasaydık en az bir iki saati bu vadide geçirir belki kendi başına tek bir blog yazısı çıkarabilirdim ama ilahiler istememişti işte ya da buraya tekrar gelmemi istiyorlardı, hangisiyse artık, zaman karar verecek buna. Gariptir, beni çok etkileyen bu coğrafyayı sonradan Google’da aratmama rağmen ne fotograf, ne bilgi, hiçbir şey bulamadım. Ama buraya yazıyorum birkaç yıl sonra sıkça adından bahsettirecektir.

TİPİK BİR ANDES KENTİ: AYACUCHO
Ayacucho’ya geldiğimizde akşamın geç saatleriydi. And Dağları şehirlerindeki pejmürdeliğin burada da hâkim olduğunu anlamak zor olmadı. Yine de otelimizin bulunduğu kent merkezinin koloniyel dönemden kalma mimari özellikli binalardan oluştuğunu gördüm, bu yapısıyla Huancayo’dan daha düzgün ve özelliği olan bir şehirdi.
Ayacucho, Plaza de Armas denen ana meydandan çıkan trafiğe kapalı bir alışveriş caddesiyle tam aksi yönde bir Pazar caddesine sahip, halkı tipik And yerlilerinden oluşan bir şehirdi. Akşam saati olmasına rağmen merkezin kalabalık olması burasının gece de yaşayan bir şehir olduğunu göstermişti fakat yine yiyecek sorunuyla baş başa kalmıştım. Trafiğe kapalı Asamblea Caddesi kafeteryalar ve lokantalarla dolu olmasına rağmen et ve tavuk dışında yiyecek menüsü bulamayınca bir kafede coca çayı ve sandviç yemek zorunda kaldım.

Ertesi sabah Asamblea’ya göre meydanın karşı tarafındaki 28 de Julio caddesinde halk pazarına gittim. Huancayo’daki kadar büyük olmayan, bir kısmında turistik eşya, diğer bölümünde ise meyve ve peynir satılan mütevazı bir pazardı. Et satılan kısmına girmedim çünkü et kokusu bana iyi gelmiyor.

Ayacucho’da bir gece kaldık, şehrin kalbi olan ve Cusco havası sezdiğim Plaza de Armas bölgesi dışı tamamen kötü yapılardan ve bozuk yollardan ibaretti, her yerde fakirlik görüntüleri vardı. Nüfusu 180.000 olan Ayacucho, Huancayo kadar ilgimi çekmedi açıkçası. Bu ilgi meselesi asla güzellik-çirkinlik kavramlarıyla ilişkili değil, kentleşmeye uç örnek olması açısındandı. Daha evvel gördüğüm Peru Amazonu’ndaki Iquitos şehrinden daha karmaşık ve pejmürde olanını göremeyeceğimi zannederken karşıma Huancayo çıkmıştı.
Ayacucho’dan ayrılmadan 25 km. mesafedeki Alanya’yı görmek istemiştim ama kasabaya giden tek yolda çalışma olduğundan o gün için kapalıymış, şanssızlık diye düşündüm fakat sonra tıpkı Valle de Chaipara’yı göremediğim ve aklımda kaldığı için Ayacucho beni yeniden yanına çağırıyor gibi düşüncelere kapıldım. Şehirlerle, ağaçlarla, çölle, ormanla konuşmayı öğrenenlerin anlayabileceği bir çağrıydı bu.

ÇÖLDE VAHA: LAGUNA del MORON
Sabahtan öğlene kadar Alanya’ya ulaşmaya çalıştıktan sonra bunu başaramayınca yeni rotamız olan Pisco’ya doğru yola çıktık. Yolumuz 340 km. Artık And Dağlarını terk ediyoruz, sahile, Atacama Çölü’ne ineceğiz çünkü Pisco orada.
Yine vadileri takip ederek Pasifik okyanusuna doğru yol aldık. Bu güzergâh gayet düzgün, tek şeritli asfalt ama konforlu bir yoldu. And Dağları sahile derin ve uzun vadilerle bağlandığı için yollar da bu vadilerden gidiyor yoksa sarp dağları aşmanın başka bir yolu yok. Huaytara adındaki büyükçe bir kasabaya kadar küçük birkaç köy haricinde yerleşim alanı görmedik. Huaytara, Pasifiğe inen derin bir vadinin zirvesinde… Tabeladan Pisco’ya 120 km. kaldığını okudum. 2500 rakımdaki bu şehrin etrafı avokado bahçeleriyle çevriliydi, vadi boyunca da devam etti.
Yol düzgün olduğu için And Dağları güzergâhımızda ulaşımı en kolay ve sorunsuz yolculuğumuz oldu. Atacama Çölü’ne indiğimizde henüz ikindi bile değildi. And Dağlarının bir yanı Amazon Ormanlarıdır, öbür yanı Atacama Çölü. Bu tuhaf coğrafi yapının açıklaması, kar ve yağmur sularının fazlaca doğuya akması nedeniyle Amazon Ormanlarının ortaya çıkması şeklinde açıklanabilir. Yine de And Dağlarının batıya olan cimriliğine rağmen kısmen de olsa yol bulup akan sular çölde ara ara göller ve yeşil vadiler oluşturur. Uzun süredir ilgi alanımda olan, henüz çok kişinin bilmediği Laguna del Moron da çöldeki mucizelerden birisiydi. Henüz çok tanınmıyor ama ben gidip buldum, seyahat merakı böyle bir şey işte.

Laguna del Moron hakkında çok şey söylemem gerek yok, resimlerde görüyorsunuz zaten. Sadece meraklısı için konumunu vereceğim, bulmak biraz zor çünkü. Pisco-Aycucho karayolunun 30. Kilometresinden dar bir asfaltla yaklaşık 4 km. içerideki Bernales kasabasına ulaşılıyor. Vaha kasabadan 3 km daha ileride ama sormak lazım çünkü karmaşık toprak bir yoldan gidiliyor. Henüz çok tanınmadığı için tabela filan da konmamış. Biz oradayken sadece bir tane çöl aracı vardı ve bizim gibi meraklıları için 20 sol (32 Tl – 2019 Ocak ayı kuruyla) ücret karşılığı vahanın etrafında dolaştırıyor ve çöl tepelerinde kum kayağı yapma fırsatı sunuyorlardı.

(Not: Yakınlardaki İca şehrinin kenarında Peru’nun ünlü vahası –mutlaka bir yerlerde fotograflarını görmüşsünüzdür- Huacachina olduğu için zannediyorum burası biraz gölgede kalmış, keza Huacachina hem kocaman bir vaha hem de içinde turistik tesisler, kafeler, dükkânlar, lokantalar var. Ben Huacachina’ya iki kere gittim ama insan faktörü malum, doğayı ve doğallığı bozar, dolayısıyla Huacachina da saflığını epeyce kaybetmiş bir yer bana göre. Etraftaki tepeler insan dolu, çöl araçları ordan oraya gidip geliyor, vahanın içindeyse araçlarla, insan grupları, velhasıl bir hengamedir gidiyor, gölün suyu bile kirlenmiş. Laguna del Moron tamamen doğal, tıpkı bin yıl önce eğer vardıysa aynen öyle…)

OKYANUSTAN KAÇMIŞ KENT: PİSCO
Vahada birkaç saat geçirdikten sonra Pisco’ya geçtik, geceyi burada geçirecektik. Pisco’ya ikinci gelişimdi ama bu defa bir amacım vardı. Pisco ve 15 km. ilerisindeki turistik kasaba Paracas yeni romanım ‘Peru Travması’ nın ana mekânlarındandı ve gözlem yapmaya ihtiyacım vardı. İki yılda Pisco’nun çok değiştiğini gördüm. Örneğin sahil bandı mezbelelikti ve burada sadece tek katlı gecekondular vardı hatta romanımda da Pisco’dan ‘okyanustan kaçmış şehir’ olarak bahsetmiştim. Bu gidişimde gördüm ki, sahilde epey çalışma yapılmış, parklar açılmış, yeni otel inşaatları başlamış. Sadece iki yıl önce Lima’dan Pisco’ya gelen karayolunun şimdi çift şeritli duble yola dönüştüğünü dikkate alınca Pisco’daki bu değişimi de normal buldum.

Geceyi Pisco’da geçirip sabahtan Paracas’a gittik, oradan Lima’ya devam edecektik. Paracas’a üçüncü gelişim ve ben burayı çok severim. Yeniden Paracas’ı anlatacak halim yok çünkü önceki bloglarımda yeterince bahsetmiş olmalıyım. Benim için unutulmaz olan Erik ve Rosa’nın tekne turuna katılıp Las Balestas adasına gitmeleri ve döndüklerinde gözlerinden okunan mutlulukla bana teşekkür edip durmalarıydı. Ben daha evvel gidip onlarca çeşit kuşa ve foklara ev sahipliği yapan bu adaları gördüğüm için kasabada kalıp sahilde vakit geçirmiştim.

O gün akşam üstü Lima’ya geri döndüğümüzde And Dağlarında veAtacama Çölü’nde 2000 km. ye yakın yol yapmıştık ki bunun en az yarısı toprak ve ham yollardı. Çok zor vadiler tepeler aşmış, köylerde molalar vermiştik. Bu arada kısa bir bilgi aktarayım; And Dağları halkına Qechualar deniyor, samimi ve güleryüzlü insanlar hepsi. Yardımcı olmak için nasıl çırpındıklarını anlatamam. Çok fakir olmalarına rağmen asla paragöz değiller. Eskiden bizim okullarda sosyal bilgiler derslerinde öğretilen ‘Türklerin Misafirperverliği’ konularının pek öyle olmadığını zamanla anlamamın travması bunun aslında dünyanın uzak köşesindeki bir halkın içinde yer bulduğunu görmemle sevince dönmüştü. Kimbilir belki bizim Anadolu köyleri de halen böyledir belki fakat Peru’da bir fark var; büyük kentlerde de insanlar güleryüzlü, samimi ve kazıklamaya kalkmıyorlar.
Son olarak diyeceğim şu ki, Peru’yu görmeyen çok şey kaybeder, hadi daha iddialı söyleyeyim eksiktir. Peru bir başka âlem, bir başka dünyadır, kesinlikle hem de.
Elinize ayağınıza sağlık, muhteşem bir yazı olmuş. Peru’ya gidip gelmiş kadar oldum neredeyse. İlk fırsatta ailemle birlikte oralara gidip görmeyi isterim. Emeğinize sağlık.
BeğenBeğen
İmkanınız varsa bir an önce yaratın fırsatı, hem Peru güzel hem insanları 🙂
BeğenBeğen
İnternette gezinirken sitenize denk geldim. Yazınız Peru’yu ne kadar özlediğimi hatırlattı. Sanırım yine bir program yapacağım yazdıklarınızı okuduktan sonra.
Kaleminize sağlık. Yollarda keyif dolu günler dilerim.
BeğenBeğen