Aslında bloğumda çok fazla kitap incelemesi yapmıyorum fakat bu defa okumakta olduğum kitap –Yeraltı Demiryolu– zihnimi çok fazla meşgul etti, bu meşguliyetin “ödüllü romanlar iyi romanlar mıdır” türü bir sorgulama ihtiyacından doğduğunu belirtirsem zannediyorum daha açıklayıcı olacak.

YDCW3D-708x800

Pek çok kitap okuru gibi her yeni kitaba merak ederek başlarım, en kötü şartlarda merakın yerini isteksizlik alır ve o kitabı bırakırım.  Yeraltı Demiryolu da herhangi bir kitaptan farksız tam böyle başladı fakat bugüne kadar okuduğum yüzlerce kitap gibi devam etmedi, edemedi, dahası beynimin kıvrımlarında zuhur eden ‘şeyler’ yordu… ‘Şey’ tarifsizdir, adlandırmak zordur malum olduğu üzere.

Bilin ki, bir romanı iyi veya kötü kavramlarıyla ele almaktan hoşlanmam, sonuçta her konunun ilgilisi farklıdır, dolayısıyla birisinin muhteşem bulduğu bir eseri başkası vasat bulabilir. Yeraltı Demiryolu’nu da asla ve asla iyi-kötü minvalinde bir değerlendirmeye tabii tutma niyetinde değilim ama ödüllü kitap yazmanın yollarını da merak ediyorum bir yandan. Kaldı ki, başlangıç için yüksek beklentilerle yüklenmiş önyargılarım var; bu pencereden bakınca Yeraltı Demiryolu bol ödüllü bir kitap, bolca ödül toplayan edebi eserlerin harfleri altın suyuyla mı yazılmıştır acaba, nedir hikmeti, nerededir sırrı? Bakalım…

Amerika’da  romanın topladığı epey mühim ödüller ve bunun yansıması olarak Türkiye’de yayımlandığı andan itibaren pek çok mecrada övgüyle bahsedilmiş olmasına güvenerek satın aldığım ve en başta belirttiğim gibi iştiyak yüklü bir merakla okumaya giriştiğim Colson Whitehead adlı yazarın Yeraltı Demiryolu adıyla Türkçeleştirilmiş ve Siren Yayınlarından çıkmış eserine başlayalım evet… Atlamadan; çeviri, Begüm  Kovulmaz’ın

Hevesle girdiğim birkaç sayfalık adı ‘Ajjary’ olan birinci bölüm enseme şaplak yemiş hissi uyandırınca şöyle bir toparlandığımı belirterek gireyim konuya; bir yandan aklımda ödül+eser+kalite kelimeleri uçuşuyor… İşte bu kendime gelme saniyelerinde kağıdı kalemi elime alıyorum, ‘anomaliler’ gerilim romanları yazarı olarak her daim ilgi alanımda… Ödüllü bir ucube yakalamış olma heyecanıyla ter basıyor bünyemi. Sakın ola ki ucube dedim diye iyi-kötü kavramları hakkında az önce ettiğim lafa atıfta bulunmayın. Ucubeliğin de bir sanat olduğunu ve bu sanatın hakkını veren eserlerin ilgi gördüğünü biliyorum. (bknz.  Jose Saramogo, William S. Burroughs)

İyi (ödüllü de olabilir) bir romanın giriş bölümü nasıl olmalı sorusunun yanıtı bu kitapta olabilir mi, emin değilim.  Anlayabilmek için bazı yerleri birkaç defa okumak zorundayım çünkü. Döne ilerleye devam eden okumamda Ajjary adlı giriş bölümü (nihayet iç çekişleriyle) bittiğinde  bu romanın da ilk cümlesi olan “Ceasar Kuzey’e kaçma konusunu Cora’ya ilk açışında ondan hayır cevabı aldı,” hiçbir şekilde açıklanmadığı gibi Ceasar’ın kim olduğu dahi ortaya çıkmaması bir garip edebi tarz olarak aklı tırmalıyor peşin peşin. Keza şöyle; hemen ikinci cümlede konuya giren bir babaanne ilk anda kafa karışıklığı yaratacak kadar muamma yüklü, kimdir necidir filan…  Satırlar sonra anlaşılıyor ki babaanne Ajjary adlı bir kadın ve Cora’nın babaannesi. İlk cümledeki Cora ortaya çıktı, Ceasar hâlâ yok, Kuzey’e kaçma işiyle ilgili de bir gelişme yok, hatta kuzey de yok. Anlatıdan anlaşıldığı kadarıyla Ajjary, Dahomey diye bir yerde yaşıyor, hangi kıta, hangi ülke belirsiz. Dahomey’in neresi olduğunu öğrenmek için harita açmak gerekiyor. Paragraflar sonra Ajjary’nin köle olduğu ortaya çıkıyor, zenci olduğunu anlamak için de bir-iki sayfa daha okunacak (O zaman Dahomey Afrika’da… Benim gibi haritaya bakmadıysanız böyle mantık yürüteceksiniz, yazar her şeyi açıklamak zorunda mı kafa yorun biraz- ödüllü roman yazma ipucu 1)…

Bu bir işkence, evet hiç abartmıyorum… Altı sayfalık giriş bölümünde olan biteni anlamak için saydırıyor, saç baş yoluyorum. Ve nihayet ilk bölümün sonuna geldiğimde, şu son satırlarla çıldırmanın eşiğindeyim, “O Pazar akşamı yeraltı demiryolu konusunu açtığında Caesar’a hayır cevabı veren Cora’nın anneannesiydi. Cora üç hafta sonra aynı soruya olumlu karşılık verdi. Bu defa annesi konuşmuştu.”  Bu romanın bir  ilk cümlesi var, sonra karmakarışık bir anneanne hikâyesi başlıyor ve ne olup bittiğini anlamaya çalışırken pat diye gelen bu son cümle! Hiç biri diğeriyle bağlantılı değil. Kocaman bir boşluk, gaipten bir ses fırlat at kitabı diyor, okuma diyor, sinirlenme diyor… Hadi bakalım, öyle Dahomey’le filan kurtulduğunuzu mu zannediyorsunuz, bu sefer ki çengel bulmaca (Konuyla ilgisiz cümleler belki ileride lazım olur mantığıyla akılda tutulacak, tutulamaycaksa not alınacak, yahut altı filan çizilecek – ödüllü roman yazma ipucu 2)

Hayır direneceğim, bu kadar övgüyü ve ödülü bir an aklımdan çıkarsam kitaplığımın karanlık kuytularına en erken merhaba diyecek roman ödülünü alacak zatımdan ama ‘dur bakalım’ frenine asılıp duruyorum.

Bir yandan eserin aslı mı böyle yoksa kötü çeviri mi diye de düşünüyorum fakat naçizane yazar beynimle çevirmenin kurguyla ne alakası var diyerek bu ihtimali eleme lüzumu hissediyorum.

İkinci bölüm şöyle başlıyor; “Jockey’in doğum günü yılda yalnızca bir veya iki kez gelirdi. Ona doğru dürüst bir kutlama hazırlamaya uğraşırlardı. Hep Pazar gününe denk gelirdi, yarım gün çalıştıkları zamana.” Evet, şimdi merak edeceksiniz kim bu Jockey, yılda bir veya iki defa gelen doğum günü ne demek? Yanıt yok, çünkü yazar hemen bu cümlenin peşinden çiftlik hayatını ve Cora’yı anlatmaya başlıyor, en az on farklı karakter peş peşe konuya giriyor ve siz hâlâ Jockey’in yılda bir iki kez kutlanan doğum gününe takılıp kalmış haldesiniz… (Okuru bırakıp kaçma evresine sık sık yaklaştıracak, edebi bir işkencenin sınırlarında dolaştıracak – ödüllü roman yazma ipucu 3)

Üçüncü bölümde Alice, Chester adında büyük mü küçük mü olduğu belli olmayan iki karakter daha dâhil oluyor konuya… Kimdirler necidirler belli değil, yazarın anlatımından çocuk olabileceklerini çıkarıyorsunuz. Bu arada ikinci bölümdeki Jockey’in çiftlikteki en yaşlı köle olduğunu burada öğreniyorum, seviniyorum iyi mi! Bu arada Ceasar diye birisi halâ yok.

Müjde… Tuğla gibi atılmış giriş cümlesi vardı ya hani “Ceasar Kuzey’e kaçma konusunu Cora’ya ilk açışında ondan hayır cevabı aldı,” taa  37. sayfada ortaya çıkıyor Ceasar’ın kim ve neci olduğu ve Cora’ya neden Kuzey’e kaçalım dediği.  Kutsal kitaplardakilerle yarışacak şifremsi cümlelerle kimliği belirsiz isimlerin sayfalar sonra belirginleşmesi , havada kalmadı bari diye sevinmenize neden oluyor. (Yazar, okurun sinir sitemini biraz naylonlaştıracak yollar bulmalı – ödüllü roman yazma ipucu 4)

Unutmadan, zor okunuyor diye dert yandığım Jose Saramogo, William S. Burroughs, binlerce özür sizden!

Bir ara not koyalım: Eğer bu bloğa başlamasam asla okumaya devam etmezdim fakat bu işe baş koydum. Bu arada anladınız mı bilmiyorum, blog yazımla okumam birlikte gidiyor eş zamanlı bir etkileşim yani.

75. sayfadan itibaren konu ve karakterlerin yavaşça kurgunun neresinde olduğunun belirginleşmeye başlıyor. Sayfalar ilerledikçe konunun rayına oturduğunu, sinir bozacak kısımların azaldığını müjdeleyebilirim. En baştan beri süregelen sürekli farklı isimlerde karakterlerin ortaya çıkma problemi devam ediyor, neyse ki ilk 100 sayfanın tecrübesi bu isimlerin önemli olmadığı her şeyin sadece Ceasar ve Cora arasında döndüğü yönünde. Yani bu iki ana kahraman ne yapıyor onu anlamak yeterli yoksa onlarca isim daha var geri planda, muğlak karakterler, konuya ve kurguya zerre katkısı yok ve amacın ne olduğunu anlamak mümkün değil… Örneğin, en baştan beri ara ara konuya dahil olan Lovey diye bir kız var, sadece biraz haşarı olduğunu anlayabildiğimiz bir kız. Yoksa fiziksel hiçbir özelliği anlatılmamış, karakteri de çok belirgin değil. İlk 75 sayfanın onlarca karakterinden birisi, aklınızda tutup tutmayacağınıza bile karar veremiyorsunuz. Sonra pat diye Cora ve Ceasar’ın kaçış planına dahil oluveriyor ama bir iki paragraf sonraki firar sahnesinde domuz avcıları tarafından yakalanıp götürülüyor. Anlık yazıyorum ya, umarım ilerleyen sayfalarda Lovey’in onlara katılması sonra domuz avcılarının eline düşmesinin sayfa doldurmak için değil, romanın özüne yapacağı bir katkının kurgusudur!

Evet öyleymiş, Lovely’nin domuz avcıları tarafından yakalanıp kaçtığı çiftliğe geri götürülmesi, çiftlik sahibinin kaçakların yakalanması için koyduğu büyük ödül içinmiş. Esaret altında ezilen insanların sırtından menfaat elde etmenin korkunçluğunu anlatan bu bölüm takdirimi sağladı. (Ezilen insanların hayatı her zaman iş yapar – – ödüllü roman yazma ipucu 5)

Bu romanın anlatım dili de muğlak işin aslı… Öyle altını çizecek cümleler yok, ‘ne metafor yapmış adam’ diyerek edebiyat tutkunlarını heyecanlandıracak paragraflar da yok. Tekdüze-dümdüz bir anlatım. Kurgu berbat (konuyla karıştırmayalım), anlatım dili kutuplarda yazılmış gibi soğuk ve renksiz fakat “Bölgede Cora ve Ceasar’a katil gözüyle bakılıyordu şimdi, beyaz adamlar kana susamıştı,” gibi insanların hükümetlerin uygulamalarını sorgulamadan ‘askerleşmeleri’ sonucu ortaya çıkan linç kültürünü iyi ifade eden cümleler de yok değil. Elbette Amerika’da 1930’lu yılların toplum yapısından bir kesit bu gün eğitim-medeniyet kavramlarının evrimleşmesiyle orada geçersiz hale gelmiş olabilir ne var ki yeryüzünün pek çok bölgesinde hâlâ toplum acımasızlığı olarak niteleyebileceğimiz sosyal dengesizlikler sürüyor. Gelişmiş ülkeler az gelişmiş ülkeleri kene gibi sömürürken sömürülen toplumların hikâyelerine hassasiyetle yaklaştıklarını düşündürecek tavır sergileme ihtiyacı duyarlar. (Okur,  ezilen toplumlara karşı hassasiyet gösterir, otoriteler de bu hassasiyete karşılık verme gereği hisseder ama hepsi yalnızca vicdan terapisidir – ödüllü roman yazma ipucu 6)

Bundan sonrası kaçmak için Yeraltı Demiryolu’na ulaşma aşamasında iki kaçağın başına gelenleri anlatıyor. Konuya, okurun dikkatini dağıtacak kadar çok insan girip çıkmaya devam etmede ısrarcı bir yazar Colson Whitehead, üstelik kendi aklından geçenin okuyucunun da bildiği zannederek kurguya devam ediyor…

Türkiye’de ödüllü edebi eserlerin üzerinde şaibe vardır. Örneğin hangi edebiyat ödülü olursa olsun jürideki isimlerin çok değişmediğinden bahsedilir, o jürinin de ilişki içinde oldukları yayınevi veya yazarın eserlerine ödül verdikleri iddiası vardır. Amerika’da da böyle midir bilmiyorum ama Yeraltı Demiryolu’nu okuduktan sonra 2017 Pulitzer Ödülü ile 2017 Arthur C. Clarke ödüllerini alıp, The Newyork Times, Amazon, Wall Street Journal, Washington Post, Time, Goodreads ve daha onlarcası tarafından yılın en iyi kitabı seçilmesinin tek nedeni 1930’ların Amerika’sında köle zencilerin yaşadığı ağır travmayı anlatması olabilir mi diye sormam da kâfi gelmiyor. Gelmiyor, keza edebiyatı kötü, kurgusu kötü, karakterler muğlak, betimlemeler yetersiz…

“Yeraltı Demiryolu’nu da asla ve asla iyi-kötü minvalinde bir değerlendirmeye tabii tutma niyetinde değilim” mi demiştim baştan! Çok özür diliyorum, bütün kalbimle.

Kitabı kütüphaneme kaldırırken aklımdan geçen tek konu var; ödüllü romanlardan uzak durmak, bir gün bir eserimle dahi ödül almak ihtimalini korkarak düşünmek…

Screen-Shot-2017-06-29-at-3.10