Şili’nin başkenti Santiago’nun 900 km. kuzeyindeki Antofagasta’yı daha evvel 2015 yılında ziyaret etmiştim ve Atacama Çölü’nün en kurak yerinde bulunan dört yüz bin nüfuslu bu kent ilk gidişimde bende büyük travma yaratmıştı.
Oysa Çark adlı romanımın ana mekânlarından olan Antofagasta’nın bende büyülü bir imajı vardı, Çark’ı yazarken henüz görmemiştim fakat internet ve Google Earth üzerinden geniş kapsamlı araştırmalar yapmıştım. Çölün Pasifik Okyanusu’yla birleştirdiği yerde kupkuru tepeleri ve ince uzun renkli gökdelenleriyle masalsı bir kent olduğuna karar vermiş, Antofagasta’ya ayak basar basmaz da düşüncemde ne kadar haklı olduğumu anlamıştım. Plaza de Armas’a (Latin Amerika’da şehirlerden köylere kadar bütün ana meydanlara verilen ad) bakan otelime bir akşamüstü saatte gelmiştim ve meydan karnaval yerinden farksızdı. Odama yerleşip duş almış ve sanal olarak epey aşina olduğum Antofagasta havasını bu defa kanlı canlı solumak için otelden çıkmaya yeltenmiştim ki, resepsiyondaki görevlinin itirazıyla karşılaşmıştım. Akşam dışarı çıkmamın çok tehlikeli olduğunu söylüyordu bastıra bastıra… Hava karardığını ve otelin dış kapısının sıkıca kilitlendiğini o esnada görmüştüm. Dinlememiştim, Antofagasta hayalimdeki şehirdi ve onu seviyordum, otelciye inanmak ve ona riayet etmek Antofagasta’yı harcamak gibi geliyordu bana ve beni beklediğine inandığım bu şehri ne pahasına olursa olsun saatlerce dolaşacaktım.

Karşımdaki derin bir iç çekerek kapının kilidini açmış ve ben kendimi dışarıda bulmuştum. Gerçekten in-cin top oynuyordu. Bir saat evvel panayır yerinden farksız meydanda tek bir kul yoktu. Yaşadığım hayal kırıklığını kelimelere dökmem çok zor. Yine de saatlerce bomboş caddelerde ve sahilde dolaşmıştım. Aslında attığım her adım gönlümdeki Antofagasta’yı buharlaşıp boşalan bir eter kabına çevirmişti. Ben yaşamın gece gündüz devam ettiği şehirleri severim, geceden korkup kapanan şehirleri değil. Bir Antofagasta efsanesi kısa sürede bir masala dönmüştü ve ben çok üzülmüştüm.

YENİDEN ANTOFAGASTA
Aradan üç yıl geçtikten sonra, Antofagasta’ya ikinci kez gelmemle anılarım ve yaşadığım hayal kırıklıkları yeniden canlandı. Bu nedenle havalimanında uçaktan inince Antofagasta’ya değil, tam tersi istikamette 45 km. ilerideki Mejillones’e gittim. Okyanus sahilinde bir çöl kasabası olan Mejillones benim için aynı zamanda kafa dinleyeceğim sakin bir yerdi.

Aynı sorunla orada da karşılaştım, otel görevlisi akşamdan sonra dışarıya çıkmamam için uyardı. Düşündüm: Hadi Antofagasta büyük şehir güvenlik zafiyetleri olabilir, oysa Mejillones bir meydan ve birbirini dik kesen birkaç caddeden meydana gelmiş bir kasaba ve her caddeye bekçi-polis konsa bırakın hırsızı uğursuzu, zombi baskınına uğrasa bile kolayca baş edilebilecek yerlerden.
Kimseyi dinlemedim, çölün lisanından az çok anlarım ve çöl tehlikesiz bundan eminim. Hatta ertesi gün kasabanın dışındaki ıpıssız kumsallarda yarım gün güneşlendim, uyudum, yürüdüm. Etrafta sadece kuşlar vardı bir de başıboş köpekler. Hayatımın en güzel günlerinden birisiydi, ne tehlikesi!

Bana kalırsa bütün bunlar kökeni hayli eski çöl söylencelerinin halk arasında süregelen geriliminden başka bir şey değil. Biraz gerçek olaylardan biraz da kulaktan kulağa yayılan hikâyelerden bir korku atmosferi doğmuş ve bu sosyal miras nesilden nesile aktarılmış. O dönemde fena formatlanmış beyinlerdeki kabullerin ve alışkanlıkların değişmesi zor oluyor haliyle. ‘ÖğrenilmişÇaresizlik‘ felsefesi… Yerinde görüp biraz da araştırınca kökeninde bu coğrafyanın tarihindeki bazı olayların etkisi olduğuna kanaat getirdim. Antofagasta yüzyılın başlarında Peru-Bolivya ve Şili arasında savaşlara sebep olmuş, bu kargaşa esnasında da bölge uyuşturucu merkezi haline gelmiş. Bu yazının sonunda Gatico kasabasının hikâyesini okuyunca çöl halkının ruh halini anlayacaksınız.

Mejillones’de iki gece kaldım ki kafa dinlemek için iyi fırsat oldu bana. Kasabanın ekstra bir özelliği yok ama uzun kumsalları yürümek, yüzmek ve bir kayanın gölgesinde uyumak için ideal. Üçüncü gün bir taksi ile anlaştım, beni kuzeye Gatico’ya kadar götürecekti. Aslında Antofagasta Havalimanı’ndan araç kiralamayı planlamıştım ama Türkiye’den Santiago’ya uçtuğum günün sabahı cüzdanımı çaldırdım veya kaybettim, emin değilim. Kredi kartlarımı iptal ettirdiğim için araç kiralamam imkânsız hale gelmişti (Kredi Kartına 1000-2000 Dolar civarında bloke koyuyorlar, aracı geri getirince blokeyi kaldırıyorlar- dünyanın her yerinde usul böyle ve banka kartı yahut nakit para kabul etmiyorlar)

HORNİTO
İlk durağımız Hornitos oldu. Hornitos bir sayfiye yeriydi, upuzun sahil boyunca sıralanmış evlerin Antofagastalıların yazlıkları olduğunu öğrendim. Burada deniz eşsizdi, muhteşem bir sahile sahip Hornitos’u çok beğendim. Atacama Çölü’nün en kurak yerinde böyle cazibeli bir kasabayla karşılaşacağımı hiç ummamıştım, üstelik Mejillones’deki kavurucu güneş burada bulutlar nedeniyle daha az etkiliydi, sahilde kuytu gölgelikler aramaya gerek yoktu.
Hornitos’un musluk suyu, elektrik veya hizmetleri yokmuş. Ziyaretçilerin kaldıkları süre için tedariklerini sağlamaları gereken ve ekolojinin en katı şekilde uygulandığı bir yaz kasabasıymış: Bunları taksi şoförü anlattı.

Hornitos’da birkaç saat oyalandıktan sonra Cobija’ya doğru devam ettik. Atacama Çölü’nün büyük bir kısmını gezip görmüştüm fakat bu rotayı ilk defa kullanıyordum. Bir yanımız Pasifik Okyanusu, öbür yanımız Atacama’nın sarp yamaçlardan oluşan dağları, kupkuru, ıpıssız ama fantastikti. Fantastik tabirini özellikle kullanıyorum çünkü burada insanın kendisini bir başka gezegende hissetmemesi için hiçbir neden yoktu.

ŞİLİ’de ALATURKA
Cobija benim için önemli, bunun nedeni yüzyılın başında burada cereyan eden tuhaflıklardı… “Şili’de Alaturka” adındaki yazımı devam eden romanımın ana teması da şimdi bahsedeceğim bu sıradışı olaylar işte. Cobija adlı küçük çöl kasabası bugün balıkçılıkla geçinen küçük bir nüfusa sahip olmasına rağmen 1800’lü yılların sonunda bölgede epey önemli bir maden şehriymiş. O yıllarda Antofagasta Bölgesi Bolivya’ya ait olduğu için, hem önemli bir liman hem de madencilik merkezi olarak stratejik öneme sahipmiş ve Cobija’daki madenlerinin çıkarılması ve işlenmesi İspanyol Gatico Ailesi’nin imtiyazındaymış. Bu aile Bolivya Hükümeti’nden aldıkları tavizlerle epey güçlü bir konuma gelmiş, idari anlamda Cobija’nın tek otoritesi olmuş ve sağladıkları nüfuzla madenciliği kapak olarak kullanıp ilave başka bir işe girmiş; uyuşturucuya. Bu esnada tünellerden ve imalathanelerden oluşan bir yeraltı ticarethanesi, üzerine de sonradan 5000 kişiye ulaşacak bir kasaba inşa etmişler. Böylece 1900’lü yılların başında maden şehri Cobija’nın sekiz kilometre kuzeyinde Gatico kasabası ortaya çıkmış.
Şili, Peru ve Bolivya’nın bu topraklar üzerindeki amansız mücadelesi, Cobija ve yeni kasaba Gatico’yu tamamen kontrolsüz bırakmış. Bazı uyuşturucu kartellerine gün doğmuş böylece. Bölge bir süre sonra yalnızca maden tesisleriyle değil, uyuşturucu ticaretiyle de anılır olmuş. Artık limana yanaşan gemiler madenden daha çok uyuşturucu taşır olmuşlar. Kasaba bir korku ve bela diktatörlüğüne dönüşmüş.

KASABANIN LANETİ
Gatico ve Cobija 1868 yılındaki Tacna Depremiyle sarsılmış, can kaybı olmuş ama o zaman için bu bir doğal afetmiş ve lanet sözcüğünün Gatico’yla bütünleşmesi için daha vakit varmış. 1869’da ise yayılan sarı veba ile özellikle çocuk nüfusu tamamen yok olmuş. 1877 yılındaki büyük depremde ortaya çıkan tsunami ile Gatico’nun üç binlerde olan nüfusu yarıya inmiş. Ve bu kargaşa esnasında Şili bölgeyi Bolivya’nın elinden almış. Ne var ki Bolivya bu önemli limanını elden kaptırmamak için Peru’yla işbirliğine girmiş ve Antofagasta Bölgesi yeni huzursuzlukların ve çatışmaların merkezi haline gelmiş. Haliyle bu kontrolsüzlük Gatico’daki uyuşturucu ticareti için avantaj yaratmış. İşte bugün hayalet şato olarak hâlâ ayakta duran Gatico evi de bu dönemde 1914 yılında inşa edilmiş.
1940 yılında kasaba nüfusu 5000’lere ulaştığındaysa sırtındaki tepe olduğu gibi aşağıya kayıp kasabayı yutmuş, kurtulan olmamış. Bundan sonra da Gatico adı lanetle anılır olmuş. Cobija ise evvelki depremlerden dolayı boşalmış ve nüfus daha kuzeydeki Tocopilla kentine taşınmış, liman da oraya yeniden inşa edilmiş. Tocopilla büyüyüp gelişirken Cobija bugün küçücük bir balıkçı kasabası haline gelmiş.
(Not: Anlattıklarım Mejillones halkından duyduklarımdı, bazı internet sitelerinde de benzer bilgiler buldum… Bununla beraber Cobija ve Gatico’yla ilgili içinde uyuşturucu konusu geçmeyen resmi olduğunu düşündüğüm tarihi bilgilere de ulaştım ki bunun mantığı Şili Hükümeti’nin özellikle kendi hâkimiyetlerinin başında cereyan etmiş bazı olayları gizlemek istemesiyle ilişkilendirdim.)
Şimdi gelelim izlenimlerime:
Gatico, kayalığın tepesindeki şato ve etrafındaki yıkıntılarla epey etkileyici bir yer. Etkileyicilik derken bir hazdan veya güzellikten bahsetmiyorum, ürkütücü bir yanı var. İnternet sitelerinde burada yaşanan paranormal olaylara değiniliyordu ki özellikle mezarlıktan ağlama sesleri geldiğinden ve şatonun içinde ise höykürme benzeri uğultulardan bahsediliyordu. Hatta işi ilerletip geceyi mezarlıkta ve şatoda geçirip, duydukları sesleri kaydedenler dahi olmuş. Mezarlığa girmedim ama şatonun içinde gerçekten tuhaf bir uğultu var ve ara ara frekansı değişiyor, bazen tiz bazen de kalın sesli kadın erkek seslerini andıran çığlıklar duyuluyor. Her ne kadar ürpersem de ben bu seslerin okyanustan gelen esintiye karışan çöl rüzgârlarının içi boş şatoda oluşturduğu dalgalardan kaynaklandığını düşündüm. Her şeye rağmen farklı bir tecrübeydi, macera severlerin deneyimlemek isteyeceği türden bir ziyaret oldu.
Dört günlük Antofagasta-Gatico maceram Peru’nun başkenti Lima’ya uçmak için Antofagasta Havalimanı’na gelmemle son buldu.
Peru’ya altıncı kere gideceğim ama bu defa rotam And Dağlarında daha evvel görmediğim Huallay-Huancayo-Ayacucho güzergâhı olacak. Bir sonraki bloğumda…
Şili’de Alaturka’yı okumaya başladım; bir çocuğun, “en sevdiğim yiyecek hemen bitmesin” temposuyla… Çark’ın ismi bir daha geçti; onu da giderek daha çok merak eder oldum.
Coğrafya muhteşem; klasik gezilerle söz konusu -ana- mekanları gördük.
Ben de, senbilirsinabla seyahatte bloglarımı yazarken fotoğrafın gerektiği yerlerde google’da hemen hemen hiç kayıt bulamamıştım. Hatta rehberin anlattıklarını not ederek oluşturduğum yazılar için, yer isimlerini vs doğru yazıp yazmadığımı saptayabilmek amacıyla dahi kayıt bulmakta zorlanmıştım. “Dünya’daki en ihmal edilmiş kıta Afrika’dır” şartlanması altında olduğum için, Güney Amerika’daki bu durumu anlamlandıramamıştım.
BeğenLiked by 1 kişi
Şimdi bitirdim Şili Alaturka’yı.
İnanın son bölümlerini ağırdan aldım ki bitmesin. Her bir sayfası merak uyandıran olaylar silsilesi ve ilişkiler ağına sahip muhteşem bir eser olmuş. Hele ilk bölümlerdeki mizansen cümleleri okurken çok güldüm. Politik ve toplumsal olayları ve de çevresel duyarlılığı irdelemeniz de müthiş. Çok not alınacak cümleler var.
BeğenBeğen