Sen nasıl hayvanların korunması için şefkat ve sevgiye ihtiyaçları olduğunu düşünüyorsan, insan denen varlığa da benzer şefkati duyan daha üst varlıklar var. Nasıl bir köpek, hayvanları koruma derneğinden habersizse sen de insanları koruma derneğinden habersizsin; al sana işte küçücük bir zihin oyunu.

****               ****             ****

“Dünyanız çok fazla değişti. İtibar, dürüst olmakla değil zengin ve paralı olmakla geliyor uzunca bir süredir. Para ve hırs insanları acımasız yapıyor. Sonunda, ‘nasıl kazanırsan kazan ama kazan’ türünden bir felsefe beyinlere hâkim kılınıyor. Bunun bir son, yani müzmin hastalık olduğunu bilmiyorlar, geçmişi öğrenip ders almıyorlar, ‘son’u doğuran felâketler böyle geliyor işte… Hasat zamanı böyle yaklaşıyor.”

****               ****             ****

Yaşamda döngüler vardır. Her şey rutin giderken, bir baş­ka deyişle yaşam grafiği kendi çizgisinde yol alırken, bir sarsıntı olur aniden. Bu sarsıntı bazen bir kahkaha gibi­dir, bazen de deprem… Ama her ne şekilde olursa olsun, sonuç, sarsıntının cinsinden farklı paradokslar çıkarmaya eğilimlidir. Ani değişen yaşamlar için ‘KISMET’ deyip geçmek mi lazım? Yoksa bir de olayın ‘İLAHİ MÜDA­HALE’ kısmına mı bakmak gerekir?

****               ****             ****

Karısını kolundan çekip pencerenin önüne getirdi.

“Seçebiliyor musun dans eden gençleri? Bunlar ya bizle yaşıt ya da birkaç yaş küçük. Görüyor musun nasıl eğleniyor­lar? Bizse kaderimize lânetler ederek karalar bağlamış oturuyo­ruz yerimizde. Yaşam işte tam da bu; bir tarafta coşku, heyecan ve neşe, öbür tarafta elem, hüzün ve yas. Kaderimizde ne yazdığını bilmiyoruz ama sanki kadere hükmetmek mümkün gibi geliyor bana…” Az önce izlediği akıntıya direnen bitkiler bu düşünceyi doğurmuştu. “Evrende her şey tersiyle var, zıtlıklar bir bütün. Şimdi bizi sarıp sarmalayan bu elemin bir de neşesi olmalı buralarda bir yerlerde. Sıyrılalım istersen bu elem gömleğinden ve keyifli bir şeyler giyelim üstümüze.”

Lerzan itiraz etti, biraz da öfke vardı sesinde;

“Sonra da karşıdakiler gibi hoplayıp zıplayalım, daha üç ay olmuşken oğlu­muzu kaybedeli?”

“Dans edip eğlenelim demiyorum ki, ama yaşa­ma da küsmeyelim. O gençler sadece bir örnek. Anlasana Lerzan, keder-elem…” evin içini gösterdi, sonra camdan dışarıyı işaret etti, “coşku ve neşe… Yaşamı anla. Her şey yan yana. Hepsi önümüzde ve tercih bizim. Bu hayat elimizden en kıymetli varlığımızı çekip aldı belki. Ama biz direnmesini ve mücadele etmesini öğrenelim. Tercihimizi pozitif olan tarafa yapalım. Güçlü olmadığımız sürece bu matem havası hiç bitmeyecek. Bu güçsüzlük kim bilir belki de bizi birbirimizden alacak! Elimizde bir tek bu kaldı Lerzan, sevgimiz… O da uçup giderse nasıl tutunuruz bir daha hayata? Kadere kapılmayalım, hükmedelim… Kaderimizin bize acı çektirmesine izin vermeyelim. Hem düşünsene, birbirimizin elini tutmayalı, birbirimize dokunmayalı aylar olmadı mı?

****               ****             ****

“Çocukluk deyip geçme. İnsan çocukluğunda yaşadıklarının izini bütün bir ömür taşıyor. Beyin gelişirken, onun içine soku­lanlardan kurtulamıyor. Ben doğarken kendime ait özel­liklerimle dünyaya geldim. Ama babam beni kendi istediği gibi yap­mak istedi. Doğrularımla eğrilerim karıştı kaldı Mustafa.”

****               ****             ****

“Günah hangi şartlarda günahtır bilmiyorum ki ben Mustafa! Günah denen kavram, insanlara doğarken genleriyle mi aşılanı­yor, yoksa yetiştikleri ortamın şartlarında mı gelişiyor? Her iki­sinden biri bile doğruysa, günahkâr insanın suçu ne peki? Günah genlerdeyse, evrensel programın hiç mi günahı yok? Yoksa günah da sevap da kâinatın negatif-pozitif dengesi içindeki adaletinin bir unsuru mu?”

****               ****             ****

“Evet, sorun bu işte Musti. Allah öyle yaratmış… Sapkınları da Allah öyle yaratmış. O zaman, varsa eğer, günah kimin?”

****               ****             ****

Babası ve karısı sırayla gözlerinin önünden geçmeye başladı… Bu ge­çişlerde baba korkusu ile karı korkusu, baba sevgisi ve karı sev­gisi birbirleriyle yarışıp durdular. Ama hangisinin galip geldiği­ni bir türlü anlayamadı. Sonra bir kısır döngü olduğunu anladı, babası ile karısının beynindeki resmigeçidinin…

****               ****             ****

Öğlen saatleri olmasına rağmen, ruh sıkıcı ve karanlık kış havası­na neden olan, pencereden görüş alanına giren Beydağları’nın tepesine inmiş bulutlara dikti bakışlarını oturduğu yerden. Her an yağmur boşaltacakmış gibi simsiyahtılar. ‘Tıpkı benim içim gibi!’ diye hüzünlendi bulutlara bakıp… Ama ne yazık ki, kendi yağmurunu boşaltabileceği bir dünyası yoktu.

****               ****             ****

“Ruhumuzun derinliklerinde anlayamadığımız bazı imgeler vardır Engin Bey. O sanki doğumunuzla birlikte sizin içinize konmuştur. Bir şeyi neden çok istediğinizi bilmezsiniz, mantıklı bir neden bulamazsınız. Bazen hiç tanımadığınız bir insanla ilk karşılaştığı­nızda aşina olduğunuz garip duygu, ya da çocukluğunuzun ilk yıl­larını yaşadığınız eve duyulan hasret gibi…”

****               ****             ****

Gözlerini kapattı, çocukluğunun film şe­ridini beyninin içinde çevirmeye başladığında hangi karede takı­lıp kalacağını bilemedi ama yaşanmış ve geçmişte kalmış olana duyulan özlemi hücrelerinin derinliklerinde hissetti. Aslında ço­cukluğuna ait neyi özlediğini net bir şekilde belirleyemedi. Fakat her şeye rağmen kısa bir süre önce evlâdını kaybetmiş bir baba olmayı değil, babasından korkan bir çocuk olmayı tercih ettiği­ne karar verdi. Keşke hiç büyümeseydi, babasından hep kork­saydı da, şu son birkaç ayda çektiği acıları çekmeseydi.

****               ****             ****

Bir türlü dizginleyemediği öfkesiyle yatak odasına girip kırmızı gece lâmbasının düğmesine bastı ve kendini sırtüstü yatağa attı. Gecenin sessizliğinde salondan Lerzan’ın burun çekişleri geliyordu. Coşkunun, sevginin ve şehvetin rengi, o gece kanın rengiyle boyamıştı yatak odasını. Beyaz saten duvar utanır gibi kızarmıştı. Gece lâmbasının aynadaki aksi, bir yaranın pıhtılaşmış kanıydı. Maun gardırop, içine çektiği kırmızının etkisiyle kanlı pelte gibiydi. Gözünün dolaştığı her noktada ise bir Azrail gibi babasının siluetini görüyordu. Oysa Lerzan istemişti bu rengi yatak odasında. “Bütün duyguların tek rengidir kırmızı,” demişti bu isteğinin nedenini belirtirken. “Öfkenin ve sevginin, nefretin ve aşkın hatta ölümün ve doğumun rengi… Güzellikleri yaşarken kötülüğünde hemen yanı başında olduğunu hatırlamak için bu rengi istiyorum.” Kırmızı kötülüğün rengiydi bu akşam…

****               ****             ****

Kadının guru­ru bir tek şekilde incinir; başka bir kadın yüzünden… Gururu incinmiş bir kadın ise erkeğe hayatı zehir eder, çünkü o kendi­sini kafese kapatılmış bir kaplan gibi görmeye başlar ve bilinçsiz bir şekilde o kafesi parçalamaya çalışır.

****               ****             ****

Bir matruşka da, en içteki küçük bebekle en dıştaki bü­yük bebek şeklen aynı olmalarına rağmen boyut olarak farklıdırlar. Yaşam; içteki bebeğin, bu boyutsal farkı an­layıp, dıştaki bebeğe hesap sorabilmesidir!

****               ****             ****

“Unutma ben tuhaf bir kızım,” diye gülümsedi. “Ne yazık ki çoğunluk gibi düşünmeyen tuhaf oluyor bu dünya da…” diye ciddî bir ifade takındı ardından. “Çoğunluk her zaman haklıdır. Neyse, ben tuhaf kalmaktan memnunum ve siz tuhaf bir kızdan Dinler Tarihini dinleyeceksiniz şimdi. Her zaman ‘Yurttan Sesler’ korosu olmaz değil mi?”

****               ****             ****

“Benzer temelli ama farklı uygulamalı soyut öğretiler, yeni güçlü krallıklar doğurdu zaman içinde. Sevginin yerini korku, maneviyatın yerini maddi­yat, bilginin yerini ise hurafeler aldı. Sorgusuz sualsiz ‘Bu böy­ledir, diyen, düşünmeyen araştırmayan toplumlar haline geldi insanlar. O eski kadim bilgilerden hiçbir şey bırakılmadı. Öyle bir zaman geldi ki, insanlar dünyanın tepsi gibi düz olduğuna bile inanmaya başladılar. Hemen etrafımızdaki güneş sistemin­den haberleri yoktu.”

****               ****             ****

“Biz erkekler kapanda olduğumuz hissine kapılırsak, en sevdiğimizden bile kolay uzaklaşırız. Kadınlar, kıskanmadan, sıkmadan, sevdiğini ve güvendiğini belli ederek sevmeyi becerebilse her şey çok kolay olacak oysa. Ve böyle bir kadının karşısında hata yapacak erkeğin alnını karışlayacağım.”

****               ****             ****

“Bir insanın sezgileri güçlüyse, diğerlerinin görmediğini görüyor, duymadığını duyuyorsa ‘hasta’ olduğu düşünülüyor. Şizofren denilip küçümseniyor. Bunun bir ayrıcalık olduğunu fark edemiyor doktorlar. Çelişkiye düşürüyorlar, hasta olduğuna ikna ediyorlar ve kişi bir süre sonra başka güçlerin etkisi altında olduğunu düşünüp korkmaya başlıyor. Korku başka korkuları üzerine çekiyor ve korkunun esiri oluyor.”

****               ****             ****

“İki yıl önce Almanya’dan Alanya’ya tatile geldiğimde sahilde gördüğüm Bungee-Jumpingten atlamak istedim. Bu uzun yıllar içimde büyüttüğüm en büyük hayallerimden birisiydi. Haşarı bir kızdım ve ancak bu türlü oyuncaklar mutlu edebilirdi beni. Yük­sekten yere çakılıyormuş gibi atlayıp, son anda gerilen ip tara­fından yukarıya çekilmek, dünyaya meydan okumak gibi bir şey­di benim için. O vince benzeyen demir konstrüksüyon yapının tepesine çıkıp, yirmi metre yukarıdan kendimi boşluğa bıraktı­ğımda, ilk anda bu meydan okumanın tüm hazzını bedenimde hissetsem de, adrenalin yayan hücrelerime daha fazla nefes yol­lamam gerektiğini anlayıverdim. Ama öyle hızlı düşüyordum ki, ci­ğerlerim hücrelerin ihtiyacı kadar oksijeni bir türlü çekip damarlara yollayamıyordu. Nefessiz kalıp boğulmak üzere ol­duğumu hatırlıyorum en son. Kendime geldiğimde yerde yatı­yor, birileri bana sunî teneffüs yapmaya çalışıyordu. Ambulans ile hastaneye götürüldüğümde tehlikeyi atlatmış kendime gel­miştim ama yıllar yılı özlemini çektiğim o atlayışın bana bedeli ölümün nefesini hissetmem ve bir de annemden yediğim hatırı sayılır bir fırça olmuştu. Çünkü ben astım tedavisi görüyordum ve bu atlayışı yapamayacağımı annem de dâhil hepimiz biliyor­duk. İşte Engin Bey, size âşık olmak, astım hastası kızın Bun­gee-Jumping yapması gibi bir şey.”

****               ****             ****

Dikkatini içinde oluşturmaya çalıştığı yıldız sistemlerinden, dış dünyadaki sistemlere kaydırdığında, Ay’ın parlak ışığına rağ­men daha tepedeki Akrep Takımyıldızı’nı net bir şekilde seçti. İç­lerinde en parlağı olan Antares’i kendine yakın hissetti birden. Doğduğu ve yaşadığı şehir Antalya’ya benzetti onu. Diğer­lerine göre daha kırmızı olduğuna göre daha sıcak bir yıldız ol­malıydı, tıpkı Antalya gibi… Hem ismi de benziyordu. Antares’i kendi yıldızı olarak seçti. Sonra Ay’ın berrak ve aydınlık yüzün­de Benan’ı görür gibi oldu. Bakınca nasıl da gökyüzünde öylece yan yana duruyorlardı! Oysa ne Antares Ay’a yaklaşabilirdi, ne de Ay Antares’teki bir başka dünyanın uydusu olabilirdi. Yine de, ruhunun ta derinliklerinden gelen o sevgi pınarının, kaynağın­dan çıkıp etrafa yayılmasını önleyemedi. Çok sevmişti Benan’ı, aşk da olsa, başka, bilmediği bir sevgi de olsa sevmişti ve sev­mek kötü bir şey değildi. Bu yüzden bundan hiç rahatsızlık duymadı, hatta “Umarım yine, sevebileceğim başka insanlar­la da karşılaşırım,” dileğinde bulundu.

****               ****             ****

“Evrendeki her şey atomların birleşmesinden meydana gelir,” demişti genç kız. “Atomlar ise nötron ve protondan oluşan bir çekirdek ile onun etrafındaki elektron dediğimiz elektrik parçalarından oluşur. Atom küçük bir güneş sistemidir. Çekirdeği güneş olarak, elektronları ise Merkür’den başlayıp Plüton’a kadar uzanan bir mesafede güneş etrafında dönen gezegenler olarak hayal edin. Aradaki muazzam boşluğu da unutmayın. İşte bir atomun binde biri bu çekirdek ve elek­tronlar, binde dokuz yüz doksan dokuzu ise boşluktur. Çevre­mizdeki ve evrendeki her şey atomlardan oluştuğuna göre, göre­bildiğimiz her katı ya da sıvı cismin yüzde doksan dokuzundan fazlasının boş olduğunu hayal edebiliyor musunuz?” demişti de, aslında bunu biliyor olmasına rağmen hiç düşünmediğini söyle­mişti Engin. Madem her maddenin yüzde doksan dokuzundan fazlası boştu da, neden biz dolu görüyorduk? Benan biliyordu bu­nun yanıtını;  “Boşluk ışıkla doludur, maddenin rengi gibi algı­ladığımız, atomun cinsine göre absorbe ettiği ışık frekanslarının gözümüze renk olarak yansımasıdır,” demişti. “Boşluğu madde olarak algılamaya gelince; elektronların protonları itme şiddeti, dokunma hissi verir. Bu dokunma gerçek bir temas değildir, ama temas edildiği sanılır. Eğer gerçek temas olsaydı, temas edilenle reaksiyona girilirdi ve bu da yaşamı imkânsız kılardı.”  Engin, dokunduğu ya da tattığı her şeyin beynin algıladığı programlı sanrılar olduğunu anlamıştı. Kendisi de dâhil, mevcut olan her şey sanal algılamalar üzerine kurulmuşsa gerçek ne idi?

****               ****             ****

Yaşam, içinde dolanıp durduğun bir labirent olsa… Bu la­birente yüksekten bakabildiğin takdirde ilerleyeceğin isti­kameti ve hedefi göreceğini bilsen… Hâlâ içeride dolanmaya devam mı edersin, yoksa yükselmenin yollarını mı arar­sın?

****               ****             ****

“Bu kadar mükemmel yaratılmış, kusursuz bir kâinatta TESADÜF denen bir kavramın olmaması gerekir. Her şeyin olduğu gibi, tesadüflerin de bir sebebi vardır” diyen bir ses duydu. Ardından “Her şeyde bir hayır vardır,” diyen babaannesini hatırladı. Bu deyim, “her şeyin bir sebebi var” olarak şekil de­ğiştirdi beyninde. Yaşamına müdahale eden ne ya da neler ise, kendisine katkılarının pozitif olmasını temenni etti.

****               ****             ****

“Şu denize bakın Engin Bey, şu ormana bakın, sonra da de­nize dimdik inen şu muazzam kaya kütlesinin kırmızıdan kah­verengiye değişen renklerine bakın. Bunlar sizce tüm yaşamın ahengini taşımıyorlar mı üzerlerinde? Yaşamın sevinci, yaşamın hüznü, yaşamın korkusu, yaşamın coşkusu… Bu enerjiyi almaz­sanız duygular körelir. Duygular körelince de sevgi dediğimiz şey azalır. Sevginin azaldığı toplumları düşünebiliyor musunuz?”

****               ****             ****

“Algıladığınız şeyleri anlamaya başladığınız zaman; yaşamın tarifi, bir ekmeğin tarifi kadar kolaylaşır. Ama yaşamı size öğre­tilenlerle anlamaya devam etmek isterseniz; bir dut yaprağı üze­rinde yaşayan ve hayatın öyle olduğunu sanan bir ipekböceğinden farkınız olmaz. Kendinizi hapsettiğiniz kozanın, ipek elde etme uğ­runa kaynar kazana atıldığını, sizin de ölümünüzün sebebinin bu olduğunu bilmezsiniz. Oysa o ipekböceği, kozasındaki tekâmülünü tamamladığı takdirde harika bir kelebeğe dönüşebileceğini bir bilebilseydi! Onun için ne kadar berbat bir durum değil mi? Gerçek bir trajedi… Ya bizler için de algılayamadığımız, üstümüzdeki varlıkların korkunç olarak nitelendirdikleri bir sonumuz varsa! Ve öğretilenlerle, önümüze konan kabulleri sorgulayamadığımız için bu sonun farkında değilsek!”  Bizim normal kabul ettiğimiz ölüm, üstümüzdeki varlıklar tarafında bir trajedi olarak algılanıyor olabilir miydi?

****               ****             ****

Yaşamdaki tüm negatifler yok edilse, matematik olmayacak. Matematik olmayınca fen de olmayacak. Fen olmayınca teknoloji de olmayacak. Negatifi pozitife eşit kılan evrensel yasalara bir hesap sorun bakalım!

****               ****             ****

“Evrende iyi varsa kötü de var, pozitif-negatif dengesi… Sanki bazı özellikler doğuştan geliyor, sonra da yetiştikleri or­tam devreye giriyor. Saldırganlık özelliği ile dünyaya gelen bir kişi, negatif sosyal ortamlarda büyüdüğünde şiddete yöneliyor. Tam tersi, pozitif değerlerin hâkim olduğu, iyi aile ortamında yetişen ise, saldırganlık özelliklerini spor ya da ticaret gibi da­ha doğru şeylere yönlendirip, acımasızlığı ile başarıyı yaka­layabiliyor. Düşünüyorum da, galiba insanların yetiştikleri ortam, karakterlerinin oluşumunda daha be­lirleyici…”

****               ****             ****

“Eğer kalp birisine doğru aktıysa, kalbin sesini dinlemekte sayısız fayda var. Hücreleri meydana getiren atomların faaliyetini sağlayan program sevgi kökenli bir bilinçtir. Ruhsal bilincin özündeki bu sevgi akımına, kalp akıntısı diyorum ben. İşte bu akıntı, ruhsal aileden birisiyle karşılaşmanın akıntısıdır. Zira iki bedenin her bir hücresini kaplayan sevgi temelli ışıklar, bilinç ötesinde tezahür etmiş bir ilişkiden dolayı birbirlerini tanımışlardır. Onları orada buluşturan sebep birinin diğerine olan ihtiyacı da olabilir. Evrenin çekim kanunudur bu. Sebep her ne olursa olsun, insanın ruhsal ailesinden birileri ile karşılaşması onun ruhsal zenginliğinin artmasına sebep olur.”

****               ****             ****

“Bak, kuzu… Yaşam, oyunlar silsilesiyken, dünya evrenin bütün zıtlıklarını içinde barındıran pek çok sahneden birisidir. Sakın unutma ve aklının bir köşesine yaz. Bu sahne aynı zamanda iyiliğin ve kötülüğün savaştığı bir arena, güzelliğin ve çirkinliğin sergilendiği bir podyum, acının ve tatlının paylaşıldığı bir sofra ve en önemlisi pozitifle negatifin muazzam uyumuyla ortaya çıkmış bir denklemdir. Ancak bununla beraber insanın bakış açısıyla yaşam, çıkışı saklı bir labirenttir aynı zamanda. Koridorlarda dolaşan beden, labirentin yalnızca üç boyutunu algılayabiliyor, bu dar koridorlara bir de yukarılardan bakılabileceğini bilmiyor. Bunu yapabilseler, labirentin diğer koridorlarında neler olduğunu görecekler, hangi oyunların sergilendiğini anlayacaklar ama heyhat! Görebildikleri yalnızca duvarlar ve koridorlarla sınırlı. Sınırlı olan bir şey daha var; evrensel ışık. Dar koridorlara bu ışık çoğu zaman giremiyor. Işığın olmadığı ya da az olduğu durumlarda sevgisizlik ortaya çıkıyor”

****               ****             ****

Duvarın kuytusundaki solgun buğday fili­ziyle, açık arazide, ışığa bakan parlak buğday filizinin, aslında birbirin­den farksız iki buğday tanesinden meydana gelmelerine rağmen, farkları­nın yetişme alanları olduğunu anlayabilmek! İşte yaşam budur!”