Konusu Kuzey Şili’de geçen gerilim-fantastik türde bir roman…
Türk genci Atila ile Şilili genç kız Alanya’nın sıra dışı aşkları, gizli örgütler, askeri darbeler ve akıl almaz komplolarla örülüdür. Ve tüm olaylar dünyanın iki zıt kutbunda, Türkiye ve Şili’de birbirine bağlantılı ve eşzamanlı olarak cereyan etmektedir.
Herşey Türkiye’de ki bir askeri darbeyle başlar ve Atacama Çölü’nde San Pedro de Atacama adlı Alanya’nın yaşadığı kasabada devam eder. Sonrasında Pasifik sahilindeki Kuzey Şili’nin en büyük kentlerinden olan Antofagasta’da geçmişten gelen ve Batık Mu Kıtası’yla ilgili bir sır ortaya çıkar. Zaten Türkiye’de ki darbenin arkasında da bu sır yatmaktadır. Türkiye tamamdır, sırada İran vardır. İran İslam Cumhuriyeti’de devrildikten sonra yerküreye bambaşka bir dünya düzeni hakim olmaya başlayacaktır. İki genç aşığın etrafında devam edip duran gelişmeler Dinler Tarihi’ni sona erdirip yeni Aryan Çağı’nı başlatabilecek midir?
Roman boyunca Atacama Çölü, Antofagasta Kenti, Calama Kenti, San Pedro de Atacama Kasabası, Machuca Kasabası ile Licancabur ve Juriques Volkanları geiş ve detaylı biçimde işlenir. Her ne kadar gerilim-fantastik roman kalıplarında olsa da bu yüzden aynı zamanda bir seyahat kitabıdır da.
Roman Kahramanları:
Atila: Ülkede çıkan iç savaş sonucu ailesini kaybetmiş on beş yaşında bir delikanlı. Ordunun yönetime el koymasıyla, hayatı tamamen değişiyor ve uluslar arası bir entrikanın içine sürükleniyor.
Alanya: On dört yaşında Şilili bir köylü kızı. Ailesi Aymara yerlilerinden olmasına rağmen mavi gözlü, sarışın dünyaya gelmesi sıra dışı yaşamının ilk habercisidir. Sonrasında metruk bir şatoda yolunun Atila ile kesişmesiyle o da aynı entrikanın içerisine giriyor.
İbrahim Urkut: Ordunun yönetime el koymasıyla Atila’nın evine sığınmak zorunda kalan genç bir terörist. Sonradan adını Abraham Altobelli olarak değiştirecek, dünyayı yıkıma götüren olayları gelecek nesillere aktaracağı bir kitap yazacaktır.
Sofia Paz: Alanya’nın İngilizce öğretmeni. Yirmi beş yaşlarında çok güzel sarışın bir kadın… Küçük kıza olan aşırı ilgisinin altında hangi emellerinin olduğu ilk başta anlaşılmayacaktı.
Marla: Alanya’nın okul yatakhanesinde oda arkadaşı olan genç kız.
Zamorano: Alanya’nın okulundan hırçın zıpır bir delikanlı.
Hans: Kaşsız ve saçsız beyaz kafasıyla bir dünyalıdan çok uzaylıya benzeyen ürkütücü bir adam. Gizemli şatonun kâhyası…
Pac-ha: Wai-rah: Ni-na: Ta-ha: Ta-sin: Aynı gizemli şatoda rehin tutulan beş çocuk. Beşi de dünyanın geçmişinden bir sır taşıyor.
Nui-Pau: Yaşlı bir Naakal Rahibi. Alanya’ya Batık Kıta Mu ile ilgili sırlar veriyor.
Tahir Sinar: Türk İstihbaratından… Atila’yı uluslar arası entrikaya sokan en önemli kişilerden birisi.
Yavuz Ucayalı: Darbeci subaylardan, Tahir Sinar’la beraber hareket ediyor.
Aziz Juan Pedro: Alanya’nın kasabası San Pedro de Atacama’nın yaşlı papazı. Atila ve Alanya’yı aynı entrikanın içine sürükleyen küresel sırra vakıf olan nadir insanlardan…
Karina: Aziz Juan Pedro’nun gizemli bakıcısı. Genç ve çok güzel bir kadın olmasına rağmen bir çöl kasabasında on yıldır papaza bakıcılık yapıyor olması dikkat çekiyor.
Pat Roza: Alanya’nın kasabasında yaşayan zihinsel engelli kadın… Sezgileri kuvvetli, Alanya’yı uyarıyor.
Şimdi Çark’tan bir bölüm:
ŞİLİ’DE GİZLİCE
“Miguel Littin gibi; Şili’de gizlice…” dedi İbrahim.
Vakit gece yarısını geçtiği için kimse kalmamıştı etrafta, ikisi dolunayın gümüş renkli ışığı altında metalden iki canlı gibi biraz şaşkın biraz da kaygılı yürüyorlardı Antofagasta sokaklarında. Alanya adlı genç kızı aramak için yola düşmüşlerdi.
“O da kim?” diye sordu Atila. Aslında merak ettiğinden değildi, karmaşık ruh halinden biraz sıyrılabilmek için dikkatini başka bir şeye vermesi gerektiğini düşünüyordu. Bu tuhaf yolculuk, yolculuksa tabii, kabullerini alt üst etmişti.
“1973 yılında Şili’de ki askeri darbenin ardından kaçan ünlü bir film yönetmeni… On iki yıl sonra hâlâ cunta idaresi devam ederken kılık ve kimlik değiştirerek ülkesine girmiş ve diktatörlük altındaki günlük yaşamı yirmi beş saatlik film olarak çekmişti. Sonra Gabriel Garcia Marquez ‘Şili’de Gizlice’ adıyla bu macerayı kitaplaştırdı.
“Burada da mı darbe oldu?” diye sordu. Bu defa ilgilenmişti. Nedense Askeri darbelerin sadece Türkiye’de olduğunu düşünmüştü hep çocuk aklıyla…
“Türkiye, Cumhuriyet’in ilanından sonra her on beş-yirmi yılda bir askeri müdahalelerle karşı karşıya kaldı ama şunu unutma, demokrasiye dönüş süreci kısa oldu hep. Oysa Şili’de ki Pinochet diktası on altı yıl sürdü. Yani demektir ki bu; Türkiye’de ki darbe sayısının fazlalığına rağmen askeri idare süresi Şili’de ki tek bir askeri yönetiminin süresinden çok daha kısadır.”
Üşütmeyen serin bir çöl gecesiydi.
Antofagasta’nın tek katlı eski evlerden oluşan dar bir sokağından bulvara inmişlerdi konuşurken… Karanlıkta, yüksek katlı binalarla dolu, büyük bir stadyumu olan bol ışıklı nezih bir semt gibi görünüyordu burası. Trafiği yoğun olan geniş caddeyi geçtikten sonra, hemen altındaki çok büyük olmayan bir parka girdiler. Etrafta bira içen birkaç adam vardı, birkaç tane de bankta uyuyan… Şık, Uzakdoğu sitili fenerlerle aydınlatılmıştı etraf.
“Asker neden yönetime el koyar?” diye sordu İbrahim’e.
“Bunu daha önce konuşmuştuk,” dedi ahşap banklardan birisine otururken genç adam. “Ama özetlemem gerekirse; demokrasiyi sindiremeyen toplumlar kaynayan bir kazana döner zaman içinde. Küçük kabarcıklar büyür ve halka, halka yayılmaya başlar. Demokrasinin sınırsız özgürlüğü, sınırları olan bu halkalara hapsedilir. Ve her bir halka diğerini de içine alacak şekilde genişlemeye çalışır. Tek çare kalmıştır; Cumhuriyetin bekçisi ve savunucusu ordunun müdahalesi…”
“Yani anlatılan bu…”
İbrahim önce güldü, sonra ciddileşti.
“Entrikalar, yaşamda ayakta durabilmenin koltuk değneği haline getirilmiş insanlar tarafından. Oysa birey masum gelir dünyaya. Ve masumiyet zamanla entrikalara bırakır yerini. Sonuçta hiç kimse masum değildir, ordu da…”
Sustular… Geniş sayılabilecek bir meydanın yarattığı görüş alanının açıklığında etrafa bakındılar. Bir tarafta ay ışığının altında yakamozlarla göz kırparmış gibi duran okyanus, tam ters istikamette ise çok uzak olmayan bir mesafede kente yamaç oluşturmuş dağlar…
“Bak,” diyerek çıplak kuru dağları gösterdi. “Marquez, Littin’in anılarını naklederken, And Dağları’nı ‘ay ışığı altında göğe uzanan çelik çıkıntılar’ diye tarif etmişti. Belki buradaki dağlar için dememişti bunu ama yine de ay ışığı altında öyle görünüyorlar…”
“Cila çekilmiş gibi,”
“Marquez bunu unutmuş olmalı,” diye gülümsedi İbrahim.
“Şili ile ilgili çok şey biliyorsun!”
“Unutma, son askeri darbede rol almış bir adamım, dolayısıyla dünyadaki diğer darbeler hakkında bilgi sahibi olmam gerekiyordu. Şili’de ki Pinochet dönemi iyi bir kaynaktı benim için.”
“Örnek miydi?”
“Hayır,” diye başını sağa sola salladı. “Biz hiçbir zaman diktatör bir rejim tesis etmek amacıyla darbe yapmadık. Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyeti yok etmeye yönelik tehlikelerin bertaraf edilmesi gerektiğinde devreye girdi ordu.”
“Ama iç savaş çıkması için bizzat provokatörlük yaptığını biliyorum artık,” diye kuşkularını dile getirdi Atila.
“Daha önce konuştuklarımızı hatırlamalısın; öyle pat diye darbe olmaz, haklı nedenlere dayandırmak gerekiyor destek bulabilmek için değil mi?”
“İnsanlar öldü ama,”
“Koca bir ülkenin kimliğini kaybetmesinin, üç beş kişinin ölümünden daha vahim sonuçlar doğuracağını anlamalısın.”
Anlayamıyordu… Doğrunun ne olduğunu anlayamıyordu. Dönüp dolaşıp her şey kimlikte düğüm-lendiğinden büyük bir paradoksa düşüyor ve algılamak istedikleri idrak sınırlarının dışında kalıyordu. Bu yüzden bu konuyu şimdilik düşünmemeyi yeğledi, zaten aklının bir köşesinde Alanya vardı. Onun için üzülüyor, içi sıkılıyordu. Ellerindeki bilgi kısıtlıydı; Sofia adlı İngilizce öğretmeni bir de metruk yem fabrikasından birkaç sokak aşağıdaki okul… Alanya, Antofagasta’dan, okulundan ve Sofia’dan bahsetmişti uzun, uzun.
Okulu kolay bulacağını düşünüyordu.
“Uyuyalım, yarın yorucu bir gün olacak,” diyen İbrahim’e bakıp gülümsedi.
“Neden bir otele gitmiyoruz?”
“Pasaportun yanında mı? Yanında diyelim, Şili’ye giriş yaptığın görünüyor mu?”
Yüzünü buruşturdu; “Bir mülteci gibi hissediyorum kendimi,”
“Aşk böyle bir şey işte!”
Yabancı bir ülkede kaçak bulunuyor olmanın endişesiyle parkın ortasındaki ahşap kamelyanın banklarına uzandıklarında gözleri daldı, hüzün çöktü içine. O müzik sesi olmadan ilk defa uyuyacaktı iki aydan sonra. Oysa müziğin ninni gibi gelen sesine çok alışmıştı.
Bunu söyledi birkaç adım gerisindeki bankta yatan İbrahim’e.
“Bir gün gelecek ve susacak o ses,”
“Biliyorum, sevdiklerim gitti, o da gidecek…”
“Ama en azından öbür tarafta hangi müziği dinleyeceğini biliyorsun artık,”
“Sevinmem gereken bir ayrıcalık mı sence bu?”
“Kesinlikle! En azından umudun bittiğinde başka dünyalarda başka umutlar olduğunu düşünerek avunabileceksin.”
“Yaşam bildiğimiz gibi değil!”
“Birilerinin işine öyle geldiği için öyle öğretildi ve insanlar öyle sandı.”
“Anlamadım!”
“2500 senedir korku ve sindirmeye programlı bu felsefenin ağırlığı altında ezildi insanoğlu.”
“Ondan buradayız öyle mi?”
İbrahim’in sesi çıkmadı.
Gerek de yoktu.
Atila anlamıştı.
2500 yıllık dinler tarihinin sonunu getirecek kahramanlar!
En azından İbrahim’in buna inandığını biliyordu.
“Bir tarafın haini öbür tarafın kahramanıdır…” En sevdiğim Türk yazar… Kaleminiz kırılmasın 🤗🤗💙💙💙💙
BeğenBeğen