LÂNET YAĞDI PİTAŞŞA’YA
Ertesi gün…
Karabasanlarla dolu bir geceden sonra soğuk bir Isparta sabahıydı… Günübirliğine İstanbul’a gidip gelmenin yorgunluğu da geçmemişti üstelik daha.
Boşandığı kocası Suat aramıştı sabah erken, hafta sonu çocukları da alıp Davraz’a kayak yapmaya çıkalım mı diye sormuştu. Her an icradan iki milyon Türk Liralık ödeme tebligatı beklerken, üstelik bir de ihtiyat-ı tedbir hacziyle karşı karşıyayken böyle bir şey mümkün değildi. Oysa canı çekmişti… Hafta sonu işleri olduğunu, başka zaman bunu kendisinin de arzu ettiğini söyleyerek kapatmıştı telefonu.
Acelesi yoktu belki ama huzursuzdu, bu yüzden hızlıca duş alıp üzerine bir şeyler giymiş, hiç aksatmadığı makyajını bile yapmadan dışarı atmıştı kendini. Evinden işine kadar yürümeyi tercih etmişti. Diz altı çizmelerine kadar inen uzun deri pardösüsünü sıkıca iliklemiş, başına doladığı kalın yün kaşkol ve gözündeki kalın siyah gözlüklerle ağır adımlarla düşünerek yürüyordu. Geceden beri düşündüğü aynı şeyleri bir kere daha düşünerek…
Bir gün önce genç sevgilisi Ata Mert’le yedikleri yemeğin ardından uçağa atlayıp Isparta’ya geri dönmüştü. Delikanlı ısrarla geceyi beraber geçirmelerini, çok özlediğini filân söyleyip durmuştu ama aklı salim değildi, hoş böyle bir şey içinden de gelmiyordu zaten. Hele ki delikanlıya olan duygularının ibresi hiç sabit değildi… Onu vahşî bir katil kimliğinde eline alıyor, tavırları davranışları ve ifadelerini düşününce mağdur olarak bırakıyordu. Delirecek gibiydi, nerede yanlış yapıyordu ya da neyi atlıyordu?
“Abla, istiyor musun?” diyen gök gürültüsüne benzeyen ses tam arkasındaydı bir defa daha.
Bu kez hazırlıklıydı.
Durdu ve sesin sahibinin yanına yaklaşmasını bekledi.
“Kaç para?” dedi meçhul delikanlının uzattığı kitapçığı alırken.
“Hâlâ her şeyin bedelinin para olduğuna mı inanıyorsun abla?”
Kapkara gözleri bir geçmiş zaman trajedisinin izlerini taşır gibi hüzün doluydu. Yeşil garip şapkasıyla, biçimli esmer yüzünün her hücresine sinmiş gibi duran aynı trajedinin kalıntılarını gizliyordu belki de. Yere değen partallaşmış kalın gri paltosu bile aynı geçmişin elem veren unsuru gibi sakildi etrafa… Her şeye rağmen güven verici, dost bir ifadesi vardı.
“Kara… Yardım et bana,” diyerek yalvaran gözlerle baktı karşısındakine.
“Sürekli bunu yapmaya çalıştım, sen ise hep reddettin.”
“Her şey çok karışıktı, gerçeklerle hayaller birbirine girmişti ve ne yapmam gerektiğini bilmiyordum.”
“Artık biliyor musun?”
“Hayır, ama en azından bulmam gerekeni biliyorum,” dedi hayıflanarak.
“Güçlü olmalısın,” dedi Kara. “Hepimiz için…”
“Beş duyumla algıladıklarım, algılamakta zorlandıklarımın yanında bir toz tanesi kadarsa ve acizlik içindeysem nasıl bahsedersin güçten!”
“Zannettiğinden daha fazla güçlüsün aslında, herkes öyle, lâkin etrafı gözlemekten içine bakmayı bilmez insan. Sen öğrendin, geleceğine değil geçmişine bakabilmeyi öğrendin. Geçmişine bakarak geleceği görmenin erdemini çözdün. Çok yol aldın, geçmişini temizliyorsun, az kaldı… İnan az kaldı,” diyen Kara anîden geri dönerek hızlı adımlarla yürüyerek birkaç metre ilerdeki sokağa dönerek gözden kayboldu.
“Emine Hanım!” diyen sesle irkildi. Başını sağa çevirdiğinde Mimar Tayfun Deste’yi gördü. “Yardımcı olabilir miyim, tuhaf görünüyorsunuz.”
“Ha, hayır…” diye kekeledi. “Hırpanî kılığına bakmayın, eski bir tanıdığımdı…”
“Tanıdık mı? Kimden bahsediyorsunuz?” diyerek şaşırmış göründü Tayfun.
“Az önce konuştuğum delikanlı…” derken tereddüt etti.
“Kendi kendinize konuşuyordunuz,” dedi Tayfun. “Dua eder gibi ya da ne bileyim birisine yalvarır gibiydiniz ve etraftan geçenler ilgiyle size bakıyordu.”
Elindeki kitapçığı gösterdi umutla.
“Bunu bana verdiğini görmediniz mi?”
“Broşür dağıtan bir çocuk onu size uzattı, robot gibi aldınız, çocuk koşarak uzaklaştı, gördüğüm bu… Şey bakın, isterseniz doktora götüreyim sizi, gerçekten iyi görünmüyorsunuz.”
“Yok, iyiyim merak etmeyin gerçekten iyiyim,” diye gülümsedi. “Ayrıca çok centilmensiniz, özellikle bana bu şekilde davranmanız karşında ezildim,” dedikten sonra genç adama daha dikkatli baktı. Sakalları uzamış, gözaltları morarmıştı. Rengi solmuş bir paltonun içinde geçmişini yansıtan asaleti sezilse de, bakıma muhtaç köşk gibi bîtap ama mağrur görünüyordu. “Sorunlarınızı halledemediniz mi daha?” diye sordu bu yüzden, kendi yaşadığı tuhaflıktan uzaklaşarak.
“Çamur paçaya sıvanınca kolay temizlenmiyor,” diye hayıflandı adam. “Bitmiyor, tükenmiyor…”
“Az kaldığını söylemiştiniz,”
“Artık kimse iş getirmiyor, zamanında yardım ettiğim, destek verdiğim, para pul sormadığım insanlar bile çekti gitti göçmen kuşlar gibi. Nedenini biliyorum, zor durumdayım diye adım çıktı ya kentte. Kimse yakınımda bulunmak istemiyor, öyle ya belki bir şey isterim onlardan diye. Ve ne acıdır ki, parasızlıktan avukat tutamıyorum, davalara itiraz edemiyorum. Biliyor musunuz Emine Hanım, adalet bile güçlüden yana. Bu para denilen illetin el atmadığı hiçbir yer kalmamış.”
“Bir gün ziyaretinize geleceğim,” derken bunu gerçekten istediğin fark etti. “Yalnız şimdi çok acil ofise gitmem gerekiyor. Bu ilginizi unutmayacağım,” diyerek yanından hızlı adımlarla uzaklaştı.
Sebahat her zamanki gibi kendinden geçmiş şekilde arabesk müzik dinliyordu. Bu kez bunu kafaya takacak durumda değildi, önünden geçerken sadece selâm verdi, onun arkasından bir şeyler söylediğini duydu ama aldırmadı. Odasına girip kapıyı kapattı, elinde değerli bir mücevher gibi sıkıca tuttuğu kitapçığı masanın üzerine koydu.
Kapakta, basit bir yazı karakteriyle Gelincik Ana Efsanesi yazıyordu. Yazının altında ise solgun kırmızı fon üzerinde karla kaplı Gelincik Dağlarının resmi vardı. Eski, hatta epey eski bir kitapçık olmalıydı, ancak hiç ellenmemiş, okunmamış gibiydi. Yine de onun merakı içinde ne yazdığındaydı, bu yüzden aceleyle sayfaları çevirmek için atak yapmıştı ki içinden bir şey düştü.
İkiye katlanmış kâğıdı açarken ne olduğunu anlamıştı.
Senet…
Davraz’a verdiği iki milyon Türk Lirası değerindeki senet.
Tam bir aydır kâbus gördüren, iştahını söndüren, uykularını kaçıran, borçlu psikolojisinin ne olduğunu öğreten senet… Çaresiz, zayıf bir anında, akıl melekeleri yerinde değilken sadece o anı düşünerek imza attığı o lânet olası kâğıt parçası…
Borcunu ödeyemeyen bir insanın nasıl cehennem ateşleri içine düştüğünü artık biliyordu. Borcun çoğu kere isteyerek-kasıtlı yapılmadığını, şartların buna neden olduğunu da öğrenmişti. İcraya düşeceği korkusu o öldüresi tasayı yaşattığına göre, icralık olup hapis cezalarıyla karşılaşmak, evinin işinin talan edilmesi, çocuklarının boynu bükük kalmasının ne yaşatacağını düşünmek bile istemedi. Sadece tek bir soru sordu kendi kendine; bu durum hangi adaletin sonucuydu?
Mükemmel bir ders, kusursuz bir deneyim…
İnsanın adaleti eksikti, kusurluydu; insanın kendisi gibi.
Hırsız tutuksuz yargılanırdı da, borca düşmüş zavallı sorgusuz sualsiz hapse tıkılırdı. Dolandırıcılarla eş tutularak hem de… Hapse tıkılan borçlunun nasıl çalışıp da borç ödeyeceği düşünülmeden… Böyle bir adalet!
Sinir sistemi bozulmuştu, ne ayakta duracak, ne de düşünecek gücü kalmamıştı, koltuğuna çöker gibi oturdu ve hüngür hüngür ağlamaya başladı.
Diri diri mezara gömülmek üzereyken son anda kurtulmuş bir insan gibi hissediyordu kendini. Geçmişinde mezarcılardan birisinin kendisi olduğunu anımsayarak…
Dakikalar geçti böyle. Sakinleşmeye, olanları sindirmeye çalıştı…
Ne kadar süre geçmişti bilmiyordu, yayılırcasına oturduğu koltuğundan masanın üzerine uzandı. Kitabı eline alarak ilk sayfasını açtı, yılların tozuyla sırlanmış gibi duran sararmış yapraklarındaki rahatsız etmeyen hafif bir küf kokusunu içine çekerken, yaban bir duygunun içine çekiliverdi kolayca ve okumaya başladı…
Pitaşşa[1], Tanrı’nın ayrıcalıklı ülkesi…
Lânet yağdı üstüne, ağıtlar semaya yayıldı bulut bulut…
Güneş utandı, saklandı ağıt bulutlarının arkasına,
Ay kaçtı görünmedi günlerce, yerine bir canavarın gözü aydınlattı geceyi…
Ulu Tanrım affet mağdur Pitaşşa’yı, Pitaşşa’nın suçu yok…
Suçlu olan kraliçe, bu kadar güzel olmasaydı keşke…
Ah o bahtsız kraliçe…
Oysaki en güzel çiçeklerden bin fersah daha güzeldi,
Karanfil pembesiydi teni, saçlarında şafaklar açardı gün boyu
Rüzgâr eserdi şafağın kızıllığında, mis kokular salardı Pitaşşa’ya.
Nicedir yeşil fistan giyerdi, toprak imrenirdi rengine…
Gül Hatun’du adı, bahar sevdalıydı adına, endamına.
Yiğitlerin boynu büküktü, vurulmuştular haspaya…
Tanrı unutulmuştu, lânet böyle doğdu işte.
Ulu Tanrım affet mağdur Pitaşşa’yı, Pitaşşa’nın suçu yok…
Suçlu olan kraliçe, bu kadar güzel olmasaydı keşke…
Pitaşşa ülkesinin göl kıyısında bir Gelincik Ana yaşardı,
Dağ zirvelerine vurmuş batan günün yangını gibi bakardı gözleri,
Yüreği de kocamandı vücudu gibi, ak saçlı kalender bir dev idi.
Üç oğluna adamıştı kendini, yetiştirmişti Davraz’ı Kara’yı ve Sidre’yi…
Bilemedi heyhat, can parçalarının kraliçeye vurulacağını,
Vurulup da yüreklerinin talan olacağını…
Oğullar yiğitti, savaşmayı erkeklik bilirdi,
Dövüşeceklerdi, muzaffer olan Gül Hatun’u alacaktı.
Ne Gül Hatun’un haberi vardı bu cenkten ne de Tanrı’nın.
Ulu Tanrım affet mağdur Pitaşşa’yı, Pitaşşa’nın suçu yok…
Suçlu olan kraliçe, bu kadar güzel olmasaydı keşke…
Gelincik ana ağladı, gözyaşları ırmak olup aktı göle,
Griye döndü gök sema, felâket yüzünü gösterdi aheste…
Bir kara bulut kalktı gölün üzerinden canavarın dili gibi uzandı Pitaşşa’ya.
Dinlemediler analarını, vazgeçmediler sevdalarından, inatçıydı üç yağız oğlan,
Kalktı Gül Hatun’a gitti Gelincik Ana, bağrı yanarken son bir umut…
O da şaşırdı bu işe; onlar dev, ben insanoğlu olacak şey mi?
Buna Tanrı’nın asla izin vermeyeceğini bilmezler mi?
Gelincik Ana yalvardı, Pitaşşa aşkına yardım istedi,
Bir çözüm yolu diledi, Tanrı’nın lâneti akmasın dedi…
Dedi de ne oldu heyhat, haylaz oğlanlar dediğim dedik idi.
Ulu Tanrım affet mağdur Pitaşşa’yı, Pitaşşa’nın suçu yok
Suçlu olan kraliçe, bu kadar güzel olmasaydı keşke…
Oğullar cebbardı, kanları girdaplı bir çağlayan…
Gül Hatun saftı, anlatacaktı gafil işe daldıklarını.
Lâkin fayda etmedi, tatlı sözler dindirmedi yangınlarını,
Yüreklerindeki ihtiras Cehennem ateşine döndü bir anda,
Zavallı Gül Hatun üzgündü, yiğitler cenge daldılar anında.
Davraz tez davrandı, püskürttü ateşini kardeşlerine doğru ölümüne,
Cenge aşinaydı gençler, savuşturdular felâketin kızıl rengini
Ve sükûnet denizini yakarak yol aldı zalimin arsız alevleri,
Kuşlar kaçıştı, böcekler saklandı, bahar yeli terk etti Pitaşşa’yı.
Zavallı Gül Hatun şaşkın kalakaldı, sunaktaki kurban gibi bîçare…
Pembe teni küle döndü oracıkta, savruldu semanın karanlığına.
Bahtsız Gelincik Ana, ağıtlar yaktı, gözyaşları kara bulutlara doğru aktı.
Lânet çöktü Pitaşşa’nın üstüne, küllü bir yağmur yağdı gün boyu…
Her yer is karası oldu, yerin tozu göğün sisine karıştı.
Ulu Tanrım affet mağdur Pitaşşa’yı, Pitaşşa’nın suçu yok
Suçlu olan kraliçe, bu kadar güzel olmasaydı keşke…
Tanrı hiddetliydi, sislerin arasından gösterdi yüzünü,
Şimşekler çaktı, hortumlar yıktı geçti bahar rüzgârlarının kentini.
Lânet dalga dalga sarıyordu güzellikler ülkesinin fecrini,
Oğullar şaşkındı, mıh gibi çakılıp kalmışlardı toprağa.
Pitaşşa harap olmuştu, Gelincik Ana bedbaht…
Tanrının hikmetine kalmıştı her şey, insanlarla devler pişman…
Ulu Tanrım affet mağdur Pitaşşa’yı, Pitaşşa’nın suçu yok
Suçlu olan kraliçe, bu kadar güzel olmasaydı keşke…
Karabulutlar çekildi, bir sükûnet yerleşti huzursuz yüreklere,
Tanrı duydu duaları, nefesini rüzgâr yapıp üfledi.
O rüzgâr dedi; yağmurla inen Gül Hatun’un külleri yeşersin.
Yeşil fistanı yaprak olsun, pembe teni mis kokan bir çiçek…
Gül densin adına, Güller Diyarı olsun Pitaşşa…
Bolluk ve huzur gelsin yeniden, gül kokusu bereket getirsin.
Siz Davraz, Kara ve Sidre; Tanrı’nın lâneti üzerinizden eksilmesin.
Bir dağ olarak kalın mıhlandığınız yerde, bu lânetin abidesi olun…
Tanrı buradan gitti artık, Güller Diyarı’nı bekleyin arşa kadar.
Böyle diyerek keder saldı gönüllere tellâl rüzgâr…
Ulu Tanrım affet mağdur Pitaşşa’yı, Pitaşşa’nın suçu yok,
Suçlu olan kraliçe, bu kadar güzel olmasaydı keşke…
Gelincik Ana çıldırdı bu lânete, gözyaşı döktü günlerce,
Yalvardı ulu Tanrı’ya başı kalkmadı secdeden…
Beni de dağ yap dedi, ayrı koyma yiğitlerimden.
Tanrı duydu sesini, son bir daha gösterdi yüzünü…
Dileğin buysa, ol dedi; Gelincik Ana Dağları artık adın.
Oğullarına bak gündüz gün ışığında, gece ayın mehtabında.
Lâkin sonsuza kadar değil, muradın Gül Hatun’un kucağında…
Rüzgâr fısıldayarak anlattı bîtap Gelincik Ana’ya,
Dedi; çok vakit geçecek lâkin Gül Hatun canlanacak…
Saflığına artık Tanrı karışmayacak.
Eski Gül Hatun olursa huzur ve dirlik devam edecek…
Fani olup hırsa kapılırsa lânet akacak Pitaşşa’ya…
İşte o zaman, Davraz ejderha olup, ovayı ateşe boğacak,
Kara ve Sidre zelzele vurmuş kayalar gibi dağılacak
Gelincik Ana’nın duaları yetmeyecek bu defa.
Ova yerle bir olacak, nehirlerinden kan, irin akacak,
Pitaşşa’nın kaderi gün gelecek Gül Hatun’un elinde olacak.
Rüzgâr böyle dedi, sonra tozu toprağa kattı gitti.
Ulu Tanrım affet mağdur Pitaşşa’yı, Pitaşşa’nın suçu yok,
Suçlu olan kraliçe, bu kadar güzel olmasaydı keşke…
Burada bitiyordu destan. Bir boş sayfa vardı ve o boş sayfanın ardında kısa bir destan daha… Ancak tuhaftır, Gelincik Ana Efsanesi divit ile yazılmıştı ve uzunca bir süre önce yazıldığından rengi solmuş, yer yer grileşmişti. Oysa bu son sayfadaki metin daktilodan çıkmıştı ve yeni olduğu ilk bakışta anlaşılıyordu. İlgiyle okudu.
Müjdeler yeni doğan güne, müjdeler olsun mehtaba, yıldızlara…
Meleyen kuzuya, gebe kalmış kadına, toprağa, suya, güle müjdeler olsun.
Ulu Tanrı’ya şükürler olsun, Pitaşşa’ya selâm olsun,
Gelincik Ana bir oğul yolladı dünyaya.
Dağın eteklerinde açtı gözlerini karayiğit.
İlk gölü gördü doğarken, gözleri göl mavisi oldu.
Tarlaların başak vaktiydi, teni buğday rengine çaldı.
Çeltikler yeşermişti kuzeyde, saçlarına düştü ilmik ilmik…
Zümrüdüanka gibi geldi gökten, Kibriya gibi kalktı yerden.
Sallayacak kılıcını lânete, lânetliye.
Kan kokusu yayılacak etrafa, kötü ruhlar kaçacak,
Karanfil pembesi Gül Hatun yeni baştan doğacak.
Ulu Tanrı Pitaşşa’yı affetti…
Suçlu kraliçeydi lâkin kefareti ödendi.
Kafaret, o delikanlıydı, hikmetini bilene!
Bir de tarih vardı sonunda;
23 Mayıs 1990…
Hiç düşünmedi bile, Ata Mert’in doğum günüydü bu.
Sadece bir “Aman Allah’ım’ diyebildi. Yeniden koltuğuna yığılır gibi yayılıp kaldı…
[1] Isparta’nın Hitit dönemindeki adı – M.Ö: 1000-2000