Macellan Boğazı, Ateş Toprakları ve Patagonya gibi coğrafik bölgeler sizi de masalsı ve gizemli duygulara iter mi bilmiyorum ama bendeki etkisi tam olarak böyledir. Hatta bu toprakların büyük bir kısmını içinde barındıran Şili de (Diğeri Arjantin) ülke olarak benzer duygular uyandırır üzerimde. Şili’ye bu üçüncü seyahatim, daha evvel Şili’nin kuzeyini yani Atacama Çölü’nü aşağıdan yukarıya kat etmiştim ve benim için doyulmaz bir deneyim olmuştu. Bu defa sırada ülkenin en güneyi yani Patagonya var…
Patagonya’ya Şili’den karayoluyla ulaşmak mümkün değil. Arada Patagonya’nın buz tarlalarıyla aşılmaz dağlar var. Havayolu veya deniz yoluyla ulaşacak niyet eden… İlla karayolu diyecekseniz o zaman rotanızı Arjantin’e kırmalısınız çünkü Patagonya’nın doğusu düz bir coğrafya ve karayolu ulaşımı var.
Başlangıç noktası Başkent Santiago olunca deniz yolu uzak ve meşakkatli, neyse ki havayolu ulaşımı son derece kolay… Bahtınız açıksa aşağıda muhteşem dağları, gölleri ve buzulları görerek uçuyorsunuz, dağlar yüksek olduğundan kuş gibi süzüldüğünüz hissi baskın, görüş net, doyumsuz bir uçuş. Hadi abartayım, sırf bu uçuş için bile Patagonya’ya gidilir…

Başkent Santiago’dan, Punta Arenas’a uçuşum 3.5 saat sürdü. Aynı ülke içinde epey bir mesafe, Antarktika ana kıtaya 1000 km. kalıyor neredeyse. Patagonya Bölgesi’ne aynı zamanda Şili Antarktikası da deniyor zaten. Tarih 20 Şubat, yani Güney Amerika’nın yazı, bizim 20 Ağustos’umuz gibi düşünmek doğru fikir verir. Yaz ama buz gibi, neyse ki güneş var, ısıtmasa da var… İki kazak bir montla ancak çıkılabiliyor dışarıya. Hani yukarıda söylemiştim, karayolu yok, arada buz tarlalarıyla, aşılmaz sarp dağlar var diye… Bulutsuz bir havada uçtuğumuz için bu doyumsuz manzara seyahatin bonusu oldu.

Punta Arenas Internetional Carlos Ibanez del Campo Havalimanı küçük ama şık bir terminal binasına sahip. Başkent Santiago’dan neredeyse saat başı karşılıklı uçuş gerçekleşiyor. Ayrıca bu havalimanından Arjantin Patagonyası’ndaki şehirlere ve şimdi İngiliz idaresinde olan Falkland Adaları’na da uluslararası uçuş var. Seyrek nüfuslu bir bölgeye bu kadar çok uçak inip kalkmasının nedeni turizm… Yazı dizimin ilerleyen bölümlerinde anlatacağım, Şili Patagonyası’nın iç bölümleri muhteşem bir göl ve dağ cenneti. Özellikle Torres del Paine adındaki sivri kuleli dağ çok popüler bir turistik destinasyon haline gelmiş ki benim de bölgede en çok görmeyi arzu ettiğim yerlerden birisi…
Punta Arenas…
Punta Arenas, Macellan Boğazı kıyısında 120 bin nüfuslu bir kent. 180 km. daha aşağıdaki Arjantin’in Ushuaia’sıyla ‘dünyanın en güneyindeki kent’ unvanı için arada bir kapışıyorlar… Ushuaia daha aşağıda, bundan net ispat mı olur diyebilirsiniz, bana kalsa da öyle ama Punta Arenaslılar 120 binlik nüfuslarıyla metropol olduklarını 50 bin nüfuslu Ushuaia ile kıyaslanmanın abes olduğunu iddia ediyorlar. İşin aslı, biri Arjantin öbürü Şili olsa da halk, aynı halk, Patagonya Kızılderilileri ile denizci Portekizlilerin karışımı…
Punta Arenas kent merkezi…
Punta Arenas nasıl bir şehir diye soracaksanız tek kelimeyle ‘soğuk’ diyeceğim ama bunu hava durumuyla ilişkilendirmeyin. Evvela insanları soğuk sonra şehrin mimarisi… İklimden midir nedir insanlar buz gibi, sıcak bir ilgi, kalpten bir gülüş yok, herkes robot gibi işini yapıyor. Kentin mimarisi de öyle, kar ve buz tutmasın diye teneke levhalarla kaplanmış dik çatılar mavi yeşil gibi renklerden seçilince üşüme duygusu gözden başlıyor haliyle. Şili’nin ünlü Patagonya dağları daha yukarıda (kuzeyde), Punta Arenas’ın olduğu yer düz, heyecansız bir coğrafya. Tek özelliği Macellan Boğazı’na bakıyor olması…
Punta Arenas…
Bölgenin kendine has bir yemek kültürü olmadığını belirtmeliyim. Mutfağı çok rastgele… Balık yemek istiyorsun mesela, sana işlenmiş somon öneriyorlar. Balık diyorum balık, şöyle kuyruğu, gözü, kafası, derisi olan büsbütün balık… Yok yeminle. Macellan Boğazı’nın kıyısındasın ve kabul edilen manada balık keyfi yapma şansı yok. Mükellef bir ızgara lüfer, uskumru kızartma ne bileyim işte. Gel de sinir olma. Gözünü seveyim İstanbul senin… Hayır, var da ben mi rast gelmedim diyeceğim, beş gün geçirdim bölgede, yok işte, yok. Hâlâ yanıldığımı umut ediyorum; bana denk gelmedi herhalde! Bu balık yeme işine kafaya felaket derecesinde taktım ki karakolluk dahi oldum, ama şimdi değil Patagonya maceramın devamında anlatacağım, sırası gelince…
Macellan Boğazı…
E, sebze de yok! Lama, kuzu, domuz türevinden etler var bolca ama ben et yemiyorum, çok çaresiz kalınca tavuk yiyebiliyorum, buradaki tavuklar da çok lezzetsiz, samanın et hali. Beş günde iki öğün tavuk yedim bundan sonra artık tavuk da yemem, bıktım, tiksindim… Velhasıl Patagonya mutfağı kocaman bir sıfır aldı benden. Burada bir not düşmeliyim; ‘king crab’ Macellan Boğacı’nın ünlü deniz ürünüdür, soğuk sulara has bu yengeç cinsinin denenebileceği lüks lokantalar var fakat ben et yemeyen hatta balığı dahi kırk yılda bir yiyebilen birisi olduğum için düşünmedim ama yolunuz düşerse Macellan Boğazı’na gidip king crab yemedim demek olmaz, orasının raconu bu, hatırlatayım. Hakkını yemeyelim muhteşem dondurmaları var bakın. Hele likörle kaynatılmış kuş üzümünden bir dondurma yapıyorlar, ben hiçbir yerde böyle bir lezzet tatmadım. Bir de kendilerine has çikolatalarının hakkını vermek gerek. Bildik çikolatalara göre daha yumuşak ve pastamsı, değişik, fena değil.
Punta Arenas sahili…
Punta Arenas, Macellan Boğazı’nın kıyısında ya, karşı kıyı Ateş Toprakları (Tierra del Fuego) ve orada Porvenir adında küçük bir kasaba var. Lİmandan kalkan gemilerle bu kasaba ziyaret edilebilir, çok bir özelliği var mı derseniz bence yok ama en azından Ateş Toprakları’na da ayak basmış olma fantezisi için denenebilir. Macellan Boğazı içindeki Magdelana Adası’na penguen turları düzenleniyor, şahsen niyet etmedim fakat denenebilir. Ayrıca Punta Arenas limanından buzlu fiyortlara ve balinaların bulunduğu bölgelere günlük turlar var. Punta Arenas’da geçireceğim iki günün ardından gideceğim Puerto Natales adındaki kasabada böyle bir tura katılacağım çünkü orası Patagonya’nın daha içleri ve doğa biraz daha vahşi. Bu nedenle öyle bir tercihte bulundum. Belirteyim, kocaman Patagonya’da Şili’nin başka şehri yok, Bir Punta Arenas bir de 240 km daha yukarıdaki 20 bin nüfuslu Puerto Natales…

Puerto Natales benim için daha fantastik çünkü burada Torres del Paine adındaki ünlü milli park var ve dağların koynunda, muhteşem Patagonya Gölleri kıyısında tam bir doğa şöleni bekliyor beni. Bu yüzden Punta Arenas’a iki gün, Puerto Natales’e üç gün ayırdım.
Punta Arenas’daki ikinci günüme yağmurla uyandım. Hava buz gibi de olsa bir gün önce güneşliydi. İnce bir yağmur, montunu ve başlığını giydiğin takdirde ıslatmıyor belki ama ısıtmayan Patagonya güneşini tercih ederdim haliyle…
Punta Arenas’dan ne alınır? Öyle ya, dünyanın en ucuna gidip, aileye, eşe-dosta hediyelikler almamak olmaz. Bütün Latin Amerika şehirlerinde hatta kasaba ve köylerinde olduğu gibi burada da bir ‘Plaza de Armas’ var; kent merkezi yani… Tam ortasındaki Macellan Heykeli elbette şehrin simgesi… Plaza de Armasların özelliği kare şeklinde büyük bir park, bu parka bakan bir katedral veya kilise ile meydan/parkın etrafında alışveriş caddeleri… Pek çok Latin Amerika ülkesi gezmiş birisi olarak bu standardın dışında bir şehirle karşılaşmadım. Cetvelle çizilmiş, karelerden oluşan, ızgara sistemi olarak adlandırılan bir şehir planına sahip Punta Arenas’ın merkezinde seyyar satıcılar var, şık kulübelerde yöresel ürünler satılıyor. Neler var derseniz, biraz hayalkırıklığı… Yöreye özgü olarak birkaç ahşap işlemeden başka bir şey yok, onlar da ilkokul öğrencisinin elinden çıkmış gibi. Bütün Latin Amerika ülkelerinde rastlanan And Başlıkları, lama yününden dokunmuş kaşkollar ve kazaklar ve tabii olmazsa olmaz magnetler… Bunların hepsini herhangi bir havalimanında dahi bulabilirim demek ki diğer Şili şehirlerinden toptancıların getirdiği ürünleri satıyorlar. Mutfağı gibi yöreye has hediyelikleri de olmadığını anlıyorum. Yemeklerden sonra bu ikinci hayal kırıklığım. Patagonya Halkı’nın soğuk ve ağır tabiatlı olduğu yönündeki gözlemlerime bir de çok fazla el becerileri olmadığını eklemiş oldum böylelikle.

Punta Arenas’da sabah erken oluyor. Güneş sabahın beş buçuğunda doğuyor akşam ise 9.30 gibi batıyor. Tan yeri aydınlığı uzun sürdüğü için sabah 4’den akşam 10.30’a kadar da hava aydınlık. Akşam 6’da bütün işyerleri kapandığı için gündüz vakti bomboş /ölü bir şehirle karşılaşmak insanda tuhaf duygular uyandırıyor. Yaz olduğu için böyle. Kışın Haziran’da ise güneş sabah 9.00 da doğup 16.00 civarında ise batıyormuş. Sonuç itibariyle Punta Arenas şehri, yaz aylarında 6 saate yakın karanlık, 18 saat aydınlık, kışın ise tersi, 16 saat karanlık… Alışık olmayana kutup bölgelerinde yaşamak zor şüphesiz…
Punta Arenas yüzyılın başında çok önemli bir liman konumundaymış fakat Panama Kanalı açıldıktan sonra önemini kaybetmiş. Panama nere Patagonya nere demeyin, daha evvel Atlas Okyanusu’ndan Pasifik Okyanus’una geçecek gemiler için tek yol Punta Arenas’ın bulunduğu Macellan Boğazı’ymış. Yoksa daha aşağıda Antarktika’nın buzlu denizlerinden geçmek özellikle kış aylarında imkânsız olduğu için kuvvetli rüzgârları ve fırtınaları yüzünden geçilmesi zor olsa da tek çare olan Macellan Boğazı’nı kullanıyorlarmış. Belki o yıllarda bu boğaz mecburi istikamet olmasa Punta Arenas diye bir kent olmayacaktı, kim bilir… Sonrasında önemini yitiren kent özellikle askeri cunta dönemlerinde devlet memurları ve siyasi suçlular için sürgün yeri haline gelmiş. İlaveten bir de gidenler geri gelmesin diye serbest bölge ilan edilince kent kendini muhafaza etmeyi başarmış…
Yağmur ve soğuk Macellan Boğazı’ndaki ikinci günüme damgasını vurdu. Güya yaz, Güney Kutbu’nun Ağustos’u fakat Boğaz’dan esen dondurucu soğuk binlerce jilet olup insanın elini yüzünü çiziyor. Normal şartlarda böyle bir havada otelden bir saniye bile dışarı çıkmayacak olan ben sabahtan beri Punta Arenas sokaklarını arşınlıyorum. Buradaki son günüm, Punta Arenas’ı tamamlamalıyım. Sırada dünyaca ünlü mezarlığı var…
Punta Arenas Mezarlığı
Punta Arenas Mezarlığı’nın ününü daha önce duymuştum. Büyük kelimesinin yetersiz kaldığı kale kapısı gibi muhteşem bir yapıdan içeriye girdiğimde ününün hakkını verdiğini peşinen anladım. Sara Braun Mezarlığı deniyor, Sara, 1800 lü yılların sonunda Şili’ye giden bir Rus ailenin kızı. Hükümet, göçmenleri bu uzak bölgeye gönderdiği için buraya yerleşmiş sonra zengin olmuş ve Patagonya’da o dönemde büyük yatırımlar yapmış güçlü bir kadın … Mezarlık arazisini de o bağışlamış.
Mezarlığın girişinde bizim türbeler misali görkemli aile mezarları var. Hepsi birer işçilik harikası… Orta kısımlarda ise daha mütevazı fakat bildik standart mezarlardan biraz daha fazla heykellerle, işçilikle donatılmış… Mezarlığın dışı ise kat kat ve göz göz dizilmiş mezarlarla çevrili, her bir göz çekmece gibi. Tabutlar bu gözlerin içine konuyor ve alın biraz içeriden kapatıldıktan sonra en önde vitrin oluşturuluyor. Bu vitrine ise ölenin resimleri, sevdiği eşyalar, biblolar ve yapma çiçekler konuyor.
Mezarlığın bir bölümünde ise Yamana denen Patagonya yerlilerinden bir kahramanın heykeli ve mezarı var. Etrafında ise yüzlerce plakada temenniler, istekler ve teşekkür name türünden yazılar göze çarpıyor. Biraz bizim türbe işi gibi geldi bana…
Bu mezarlığı ünlü yapan her ne kadar görkemli mezarları olsa da asıl dikkat çekici kısmı peyzajı… Silindir biçiminde budanmış ağaçlar fantastik bir görüntü veriyor. Bu ağaçların budanmamışlarından şehir merkezinde çok var, kalın gövdeli, sık iğne yapraklı bildiğimiz ağaç türlerinden epey büyük ve farklı bir cins bu… Zannediyorum sadece Macellan Boğazı kıyısında yetişiyor çünkü Patagonya’nın diğer bölgelerinde rastlamadım.
Mezarlığı gezmek neredeyse bir saatimi aldı, insan oyalanacak pek çok şey buluyor burada. Mezarlıkta değil müzede gibi… Çıkışta görevli kadın yaklaştı yanıma ve İspanyolca bir şeyler sordu, anlamadığımı ifade edince milliyetimi merak etti. Türk olduğumu söylememle kadının yüz ifadesi değişti ve kapıya yakın duran diğer erkek görevliye seslendi. Bu arada telefonundaki çevirisi programı aracılığıyla mezarlıkla ilgili bilgiler aktarmaya başladı. Mezarlık 120 yıllıkmış fakat arazi içindeki bazı ağaçların 600 yıllık olduğunu söyledi, şaşırdım. Soğuk iklime ait bu ağaçların ömrü çok uzun oluyormuş. Erkek görevli de gelince başladılar Türk Dizileri hakkında soru sormaya. İkisi de sıkı birer Türk dizisi fanatiğiymiş meğer. Önce Onur’dan bahsettiler, Şili’de ve Peru’da Onur mevzusu o kadar çok geçti ki, artık onun Bin bir Gece’deki Halit Ergenç olduğunu öğrendim. Başka dizi yıldızlarından bahsettiler fakat benim dizi kültürüm kısıtlı, aklımda kalmadı. Yalnızca ‘Kaçak’ adında bir diziyi yayınlayan Şili kanalı yarım bırakmış, bunların canı sıkkın hatta sosyal medyada dizi tamamlansın diye kampanya başlatmışlar. Bu konu ilgimi çekince unutmadım, Türkiye’ye dönünce sordum öğrendim ki dizi Türkiye’de tutmayınca apar topar yayından kaldırılmış, Şililer kendi kanallarının yarım bıraktığını zannediyor. İşte böyle mezarlıktan, Türk Dizilerinden filan yarım saatten fazla ayaküstü konuşmuşuz. Onlar İspanyolca ben İngilizce, hiç anlaşamadığımız zaman da cep telefonu… İnsan istesin yeter ki, kalpten sevgi ve hoşgörü aktı mı anlaşmak için engel kalmıyor.
Artık akşam oldu, mesai saati olarak tabii, yoksa havanın kararmasına daha 3-4 saat var. Ben otele doğru giderken mutluyum, dünyanın en dibinde Türkleri seven insanlar olması keyif veriyor tabii. Yarın sabah otobüsle yola çıkacağım, 240 km daha yukarıdaki Puerto Natales adlı kasabaya yolculuğum. Zaten koca Patagonya’da Şili’nin başka yerleşim yeri yok.
PATAGONYA 2: Şu linkte:
https://wordpress.com/post/mehmetmollaosmanoglu.com/2284
Güney Amerika ülkelerine gidecekler aşağıdaki linkten yazımı okuyabilir, işe yarayacak pek çok bilgi toparladım:
https://mehmetmollaosmanoglu.com/2016/04/28/guney-amerika-rehberi/