Nereyi görmeden ölmek istemezsin diye sorsalar San Pedro de Atacama derdim…
Şili’nin Bolivya sınırında yer alan yaklaşık 2500 nüfuslu ve 2500 rakımlı bu kasaba uzun yıllardır hayalimdeydi. Hatta konusu burada geçen bir de roman yazmıştım (ÇARK) Romanlarımda mekân olarak görmediğim yerleri seçme tuhaflığım vardır. Google Earth bu konuda çok işime yarar… Sonra gider görürüm, bu defa da ilk defa görmüş gibi olmam, bildiğim bir yere gelmiş hissine kapılırım. Mazoşist bir seyahat anlayışım var fark ettiğiniz gibi…

San Pedro de Atacama’ya da Çark adlı romanımı yazdıktan yaklaşık beş sene sonra gittim. Şili’nin başkenti Santiago’dan özel araç ve şoförle yola çıkıp kuzeye doğru Atacama Çölü’nü kat ederken 3 günümü burada geçirmek için planımı en baştan yapmıştım zaten.
Kuzey Şili’nin en büyük kentlerinden Antofagasta’da kaldığım bir geceden sonra dört saatlik çöl yolculuğunun ardından ulaştım San Pedro de Atacama’ya… Benim gibi uzun kara yolculuğu yapmak istemeyenler başkent Santiago’dan San Pedro de Atacama’ya 90 km. mesafedeki Calama adlı kente uçabilirler.

Evvela Antofagasta ile ilgili birkaç laf etmek istiyorum:
ÇARK adlı romanımda San Pedro de Atacama’lı bir köylü kızının okumak için Antofagasta’ya gelişinin hikâyesini işlediğimden bu kent de her daim ilgi alanımdaydı. Hatta ileride Antofagasta’ya yerleşebileceğimi bile düşünürdüm. Hem Pasifik kenarında büyük kent olması hem de resim ve videolarda Atacama Çölü’nün kıyısında fantastik görüntüsü beni büyülüyordu. Antofagasta’ya bir akşamüstü geldiğimde dokuz saatlik bir yolculuğun yorgunluğu vardı, buna rağmen heyecanlıydım. Otele yerleşir yerleşmez kendimi dışarı atacaktım ki ilk darbe geldi… Kaldığım otelin resepsiyonunda görevli yaşlı adam dışarıya çıkmamın tehlikeli olabileceğini söyledi. Şöyle bir kalakaldım; otel, Plaza de Armas dedikleri kent meydanının bir köşesinde… Üstelik otele girerken her taraf insan kaynıyordu, etraf cıvıl cıvıldı. Odama çıkıp duş almam ve giyinmem yaklaşık bir saat sürmüştü, ne değişmişti dışarıda? Görevliyi dinlemedim tabii, bunun üzerine adam sen bilirsin kabilinden kafasını çevirerek çıkışa gitti ve içeriden kilitlediği kapıyı açtı. Kapısını kilitleyen bir otel! Önce adamın abartması gibi algıladığım uyarısı birden tedirginliğe dönüşmüştü. Elbette vaz geçecek değildim, şehrin tam göbeğindeydim ve yıllardır hayalini kurduğum sahil boyu yürüyecek, romanımın geçtiği yerleri dolaşacaktım. Dışarıya adımımı atmamla bomboş bir cadde ve daha ileride terk edilmiş bir meydan yüzüme tokat gibi çarptı, yetmedi bir de arkamdan kapının kilitlenme sesi sırtımı delen bir kurşun kıvamında tedirginlikten üzüntüye ve hayalkırıklığına kadar bir sürü duyguyu peş peşe yaşattı. Otele girerken tıklım tıklım dolu sokaklar bir saatte nasıl böyle boşalıvermişti! Ne olmuştu bu şehre böyle? Antofagasta beni kocaman bir hüsrana sevk ederek ‘iyi akşamlar’ demiş oldu böylece. Hayallerini her şartta gerçekleştirmeli insan, ben de etrafın inine cinine aldırmadan boş sokaklarda ve sahil boyunda bir saat kadar yürüdüm… Birkaç sarhoş, bir kaç genç adam ve sokak hayvanları dışında koca şehir bir bana kalmış gibiydi ve otele geri döndüğümde Antofagasta’yı çoktan kalbimde açtığım bir mezarın içine gömmüştüm. Ben gece de yaşamaya devam eden şehirleri severim çünkü.
Ertesi sabah şoförümle beraber San Pedro de Atacama’ya gitmek için yola çıktığımızda Antofagasta sahilinde bulunan La Portada’yı görmeden geçmek istemedim. La Portada, doğal güzelliği ile ünlü, falezlerin üzerinde bir doğal parktı ve orası da ıssızdı. Bunun yanında muhteşem bir doğası ve manzarası olduğunu belirtmeliyim, daha geride kalmış Antofagasta, buradan çok güzel görünüyor.

Geride kocaman bir gönül enkazı bırakarak çölün kahverengisinin içine daldık.
San Pedro de Atacama deyince öncelikli olarak Licancabur-Juriques ikiz volkanlarıyla, Moon Valley (Ay vadisi) düşer aklıma. Yazdığım romandan dolayı bölgenin haritası mıh gibi çakılıdır aklımda. Aslında bilinçaltım defalarca gidip gelmişti belki de. İlk defa gittiğim bir yere ilk defa gitmiyor gibiydim. Ne zaman ki ufukta Licancabur’un bir yumurta kadar düzgün siluetini gördüm, -bu duygu örneğin Kayseri’ye giderken Nevşehir’den Erciyes’i görmek gibi- kafamda hemen mesafeleri oluşturdum. Volkanlar Bolivya sınırında ve kasabadan 30 km. daha ilerideydi. 4000’li rakımdan başladıkları için de çok uzak mesafelerden göründüğünü biliyordum. Birazdan şunu, daha sonra şunu ve şunu göreceğim diyerek kafamda sıraladığım her imge sırasıyla karşıma çıktı. Elbette bu durum heyecanımı zerre törpülemedi.

San Pedro de Atacama, tek katlı toprak sıvalı evlerden, taşıt geçmeyecek kadar dar sokaklardan oluşmuş bir kasaba. Bu haliyle bir ortaçağ kasabasında bulunduğunuzu düşünmemeniz için hiçbir sebep yok. Çölde olmasına rağmen yemyeşil… Bunun nedeni etrafındaki yüksek And tepelerinden süzülen kar sularının Rio San Pedro adlı bir çay vasıtasıyla bu bölgeye gelmesi. Zaten çay burada sona eriyor ve kocaman yemyeşil bir vaha oluşturuyor. Yoksa arazinin geneline bakıldığında burada tek bir canlının dahi yaşaması imkansız gibi.

San Pedro de Atacama, Ay Vadisi (Valle de la Luna) ve Ölüm Vadisi (Valle de la Muerta) adıyla ünlü iki doğal oluşumun hemen dibinde. Kasaba ve çevresi Şili’nin ünlü turistik bölgelerinden birisi olduğu için epey kalabalık… Dar sokakları tıklım tıklım turist kaynıyor. Sonra upuzun kocaman bir çöl düzlüğü, taa Licancabur Volkanı’na kadar.

Kasabanın sırtını dayadığı Ay Vadisi ile Ölüm Vadisi, ilk akla gelen türdeki vadilerden değil. Daha çok çanak biçiminde ve kumlu, kayalı farklı bir yapısı var. Bir kazanın içinde helva pişirilmiş ve kurumaya bırakılmış gibi; benek-benek, çıkıntılı-girintili, kocaman arı ve kuş yuvaları gibi, enteresan… Koyu kahverengiden açık pembeye ve sarıya kadar değişen bir renk çümbüşü göreni hayran bırakıyor. Ay Vadisi daha büyük ve daha ilginç, giriş ücretli. Ölüm Vadisi ücretsiz, kasabaya yürüme mesafesinde, burada kum kayağı yapılabilir yahut etrafı dolaşabilirsiniz ki giderseniz sakın es geçmeyin. Kasabadan kiralayacağınız bisikletlerinizle keyifli saatler geçirmeniz mümkün, hem spor da yapmış olursunuz. Pedalinize güveniyorsunuz Ay Vadisi’ne de sürersiniz…

Ben ilk gün şoförüm ve özel aracımla 30km ileride bir şövalye gibi dikilen Licancabur ve Juriques Volkanlarına gitmeyi tercih ettim. Bolivya-Şili sınırındaki bu iki volkan romanımda ön plana çıkan figürlerdendi ve önceliğimi bu yüzden onlar kapmıştı. Tuhaf gelebilir belki ama ben Çark adlı romanımı da yanıma almıştım ve ilham kaynağım bu iki volkanla tanıştıracaktım, tanıştırdım da, kitap elimde volkanlar arkamda bol bol resim çektim.

Volkanların etrafındaki çöl bitkilerinin sardığı arazi ve geri planda volkanlar ve uzakta San Pedro de Atacama gerçekten muhteşem bir manzara oluşturuyor. Etrafta bol bol lama görmek mümkün… İnsanlardan kaçmıyorlar ve çölde yetişen bizim süpürge otuna benzeyen bitkileri yiyerek besleniyorlar. Etrafta yaban eşekleri de var fakat onlar insanları görünce kaçıyorlar. Buradan nadir çöl bitkileri topladım, bol bol resim çektim ve ruhum dingin vaziyette geri döndüm.

San Pedro de Atacama’ya birkaç kilometre kala bu defa Arjantin sınırına giden ayrı bir yola saptık. Burada hedefimiz iki turistik nokta. Toconao ve Salar de Atacama adındaki tuz gölü… Toconao, çölü yarıp giden bir akarsunun oluşturduğu kanyonun etrafına kurulmuş küçücük bir çöl köyü. Doğanın sürprizlerinin bu kadar muhteşem olabileceğini ancak bu köyü görerek anlayabilirsiniz. Küçük bir lokantada yediğimiz yöresel yemeğin tadı hâlâ damağımda.

Toconao’dan yaklaşık yirmi beş kilometre ileride Salar de Atacama var. Berrak bir suda yansıyan gökyüzü ile flamingolar, leylekler ve adını bilmediğim daha pek çok kuş türünden oluşan ilginç ambians unutulmayacaklar arasında yer etti bende.

Akşam, kasabanın içi cıvıl cıvıl; kafeler, barlar, hediyelik eşyacılar insan kaynıyor. Tavsiyem gündüz çevre gezileri yapıp akşam kasabada vakit geçirmeniz… Zaten burada düzen öyle oluştuğu için gün içinde kasabada pek insan göremiyorsunuz. Fakat bunun yanında sakın kaçırmayın diyeceğim bir hususu belirtmeden geçemeyeceğim… Akşamüzeri kasabada olursanız eğer, güneş Ay Vadisi’nin arkasına geçince ortalık hafiften kararıyor, karşıdaki Licancabur Volkanı hâlâ güneşi görmeye devam ettiği için kan kırmızısı bir renge bürünüyor… İşte bu manzarayı atlarsanız hiç San Pedro de Atacama’ya gittim demeyin.

Ertesi sabah yürüyerek kasabaya yarım saat mesafedeki Rio San Pedro Çayı etrafındaki tepelerden birisinin üstüne çıktım. Manzara muhteşem, aşağıda yemyeşil çay yatağı, sağda koyu kahverengi Ölüm Vadisi ve onun önünde Puchara antik kenti kalıntıları, solda Licancabur Volkanı’na kadar uzanmış sapsarı bir düzlük, arkada kasaba… Müthiş bir manzara, muhteşem bir enerji… Saatlerce kalınabilir, meditasyon yapılabilir, tefekküre dalınabilir… Yolunuz San Pedro de Atacama’ya düşerse sakın es geçmeyin.

Çark adlı romanımda konu edindiğim Machuca adlı bir köy vardı, kasabaya yaklaşık 30 kilometre mesafede, kuzeyde… Onun devamında ise Gaiser el Tatio adındaki sıcak su kaynaklarının bulunduğu bölge… Vakitsizlikten o tarafa gidemedim fakat daha uzun kalacaklar için bahsettiğim bu iki yer de mutlaka görüleceklerin içinde olmalı.
Sonuç itibariyle San Pedro de Atacama öyle böyle anlatılacak bir yer değil. Evrensel enerjilere inanıyorsanız, bilinç altınızı beslersiniz. Sıradışı doğaya meraklıysanız gözünüzü dinlendirirsiniz. Çölün sessizliğini dinlemek isterseniz kulağınızda hissedersiniz. Sonsuzluğu hissetmek isterseniz ruhunuzu dinlersiniz. Ve bir başka siz olarak geriye dönersiniz.
