İlkokuldayken sınıfımızın duvarında kocaman bir dünya haritası asılıydı. Gözüme hep aynı yer takılırdı, Güney Amerika Kıtası’nda ip gibi uzanan sarı renkle boyanmış ülke; ŞİLİ… Merak ederdim oralarda kim yaşar diye… Eskimolar gibi, Guliver’in Cüceleri gibi garip halklar olduğunu düşünür, bu düşüncem de masalsı, fantastik bir ülke resmi canlandırırdı gözümde ve erişilmez, ulaşılmaz kılardı.

İnternet çağıyla beraber Şili, mesafede uzak olsa da görüntüde uzak olmaktan çıktı fakat ruhumdaki eksantrikliği asla kaybolmadı. Hatta konusu Şili’de geçen iki de roman yazdım, görmeden sadece araştırarak ve bir de bol bol Google Earth’e bakarak…

İşte Şili’ye ilk defa giderken böyle bir mazim vardı ülkeyle.

THY ile İstanbul’dan Brezilya kenti Sao Paulo’ya 12 saatte uçtuk, ardından yerel havayolu GOL ile 4 saatlik Şili’nin başkenti Santiago… İnsan bu kadar yoldan sonra ölür biter, eli ayağı tutulur, ben de öyle olmadı, hedefe varmaya çalışan atlet gibi azimliydim. Atlamayayım, GOL Havayollarını tuttum, daha evvel yine aynı yolla Peru’nun başkenti Lima’ya TAM ile gitmiştik ve 5 saat süren yolculukta bizim Onur’a, Pegasus’a rahmet okutan koltuk aralıkları nedeniyle domuz bağıyla bağlanmış vaziyette uçup hissizleşen bacaklarımızla yere ayak basmıştık, neyse ki GOL epey konforlu bir havayolu ve koltuk aralıkları da TAM gibi sıfır beden değil… Üstelik gezginlerin olmazsa olmazlarından birisi de uçakta pencere kenarında seyahat ederek geçtiği yerleri gözlemlemektir. TAM Airlines size web yoluyla check-in yapma izni veriyor ama koltuk seçtirmiyor, web sitelerinin gönlü hangi koltuğu isterse orasını yazıveriyor pat diye. Sen de ağzın bir karış açık; o zaman ne gerek var chek-in’e be kardeşim deyip bir de küfür sallıyorsun. Oysa GOL Airlines’le birkaç tıkla bu işi hallediyor istediğiniz koltuğu kapabiliyorsunuz. Güney Amerika’ya gideceklere tavsiyem olsun. Edit; bu notu ikinci Santiago seyahatimden sonra koyuyorum, saat uygunluğu yönünden Sao Poulo’dan Santiago’ya TAM Airlines ile, dönüşümü ise Lima’dan ve TAM’ın kardeş kuruluşu LAN Airlines’le yapmak zorunda kaldım ve yukarıdaki düşüncelerimden zerre eksilme olmadı. Onlar hakikaten Türkiye’nin Pegasus’u..

Santiago’ya varınca gece yarısı olmuştu, havalimanından dışarıya çıkınca mis gibi bir çiçek kokusu doldu burnuma, şaşırdım. Daha önce Pekin’den, Lima’ya, LaPaz’a kadar pek çok yere gitmiştim ve genelde ilk algılanan büyük şehirlere has baharatımsı, rutubetimsi kokular olurdu. Santiago bu yönüyle ayrıcalığını peşin peşin göstermiş oldu. Sonradan anladım ki Santiago’nun her tarafında, peyzaj bitkisi olarak kullanılan çiçek açmış kocaman ağaçlar var. Aynı ağaçlardan yaşadığım şehir Alanya’da da var, bilimsel adını bilmiyorum, ‘gilik deniyor ama zannederim yerel ad bu’

Sabah çok katlı otelimin üst katlarındaki odalarından birisinde uyanınca Santiago’nun simgelerinden Torre Telefonica tam karşımdaydı. Cep telefonu gibi tasarlanmış bir gökdelen bu. Daha önce resimlerde o kadar çok görmüştüm ki şimdi canlı kanlı birkaç yüz metre ötemdeydi ve benim için inanılmaz bir duygu olduğunu söylemeliyim. Mimariler, şehirlerin gelişmişliğinin ölçüsüdür, bazen bir tek yapı bir şehri bütün dünyaya tanıtır. Bu telefon yapı da Santiago denince akla gelen figürlerden en önemlisi işte, efsane…

Santiago’nun eğlence merkezi: Bellavista

Santiago düzenli bir şehir… Güzel mimarisi, geniş caddeleri, sıkışmadan akan trafiği ve alışveriş merkezleri ile modern bir kent. Ben biraz Ankara’ya benzettim, bu benzetiş mi ilham verdi bilmiyorum ertesi gün otelden çıkınca ilk iş Apoquindo Caddesi’ndeki Mustafa Kemal Plaza’yı görmek istedim. Tesadüf oldu, o gün 10 Kasım’dı ve ben Santiago’nun lüks caddelerinden Apoquindo’da ki Mustafa Kemal Plaza’da yer alan Atatürk Rölyefi’nde keyifli ve gururluydum. Keza buraya gelirken metro istasyonunda da küçük bir şaşkınlık yaşamıştım. Şehir haritasını önüme koymuş,  Atatürk Büstü’nün bulunduğu Novigod Parkı’na gidebilmek için Alcantara istasyonunda inmem gerektiğini öğrenmiştim fakat oradaki sürprizden haberim yoktu açıkçası; Mustafa Kemal Meydanı’na çıktığı için bu istasyonu seramikten 2 adet kocaman İstanbul panosuyla süslemişler, pek keyif aldım hatta kendimi bir an İstanbul’da zannettim. Şili’nin diğer G.Amerika ülkeleri gibi Türklerin kendilerini iyi hissettikleri ülkelerden olduğunu peşinen anlamış oldum.

Bir 10 Kasım günü Atatürk Rölyefi önünde… Mustafa Kemaal Plaza / Santiago

Meydan, Şili’nin modern semtlerinden birisinde, lüks apartmanlar, yemyeşil parklar, fıskiyeli süs havuzları görmeye değer. Atatürk Rölyefi’de kaldırımın hemen kenarında, her gün yüzlerce insanın geçtiği bir ana arter üzerinde. Yoldan geçen orta yaşlı Şilili bir erkekten resmimi çekmesi için ricada bulundum. Adam kibardı, gülümseyerek kabul etti, resimlerimi çektikten sonra Türk olup olmadığımı sordu. Ben onaylayınca da Atatürk’den bahseden uzunca cümleler kurdu ama benim İspanyolcam olmadığı için anlayamadım. Benimle tokalaşıp ayrılırken başparmağını kaldırarak Türklere ve Atatürk’e olan sevgisini belli etti. Zaten sonraki Şili günlerimde de burada Türklerin ne kadar sevildiğini anladım.

Sonraki iki günüm dolu dolu geçti, merak ettiğim her yeri gezdim diyebilirim.

Mercado Central (Eski Halk Pazarı) önünde ben…

Santiago’ya gelen herkesin ilk görmesi gereken yer San Cristobal Tepesi, oradan başladım zaten. Kentin tam ortasındaki eğlence merkezi olan Bellavista’dan teleferikle çıkılıyor. Yolu da var ama teleferik kısa yoldan ulaştırıyor sizi, zahmetsiz, ucuz. Buradan bütün Santiago’yu görmek mümkün, muhteşem bir manzara… Tepede kocaman bir Meryem Heykeli var, ayrıca birkaç kafeterya ile hediyelik eşya satan dükkânlardan da alışveriş yapmak mümkün. Teleferik istasyonunun hemen yanında bir de hayvanat bahçesi var, ilgiliyseniz orayı da gezip değişik hayvan türlerini görebilirsiniz. Ben hayvanat bahçesi, sevmem, kafeslere tıkılmış hayvanları insan zulmünün ve gaddarlığının bir biçimi olarak algılarım ama buradakinin avutucu bir yanı var,  mükemmel olmasa da çok geniş bir alanda doğal ortam yaratılmaya çalışılmış.  Neyse, sonuç itibariyle Santiago’ya yolunuz düşerse San Cristobal’i sakın atlamayın.

San Cristobal Tepesi etrafındaki yürüyüş yollarından birisinde ben…

Bellavista demişken… San Cristobal ile gökdelenlerin bulunduğu kent merkezi arasında iki katlı eski yapılardan oluşmuş bir semt burası.  Kaldığım otelle Bellavista arasında Mapocho Çayı ve büyük bir park var, Bellavista’nın gündüz terk edilmiş bir kent havasından akşamla beraber nasıl dönüşmeye başladığını gözlerimle gördüm, tıpkı Sinderella gibi… Barlar, kafeler, diskolar, lokantalar, eğlence adına ne ararsanız var. Evet, Santiago biraz da Güney Amerika’nın eğlence merkezi olmuş böyle… Bellavista, güzel manzara anlamına geliyor. Tabii burada manzara filan yok ama gecehayatı var. Bellavista demişken, Patio Bellavista adındaki açık hava çarşısı mutlaka gezilmeli. Çok kaliteli lokantalarla, bakır, deri ve elişi ürünlerinin satıldığı dükkanlar var. Patio Bellavista konum olarak, Mapocho Çayı’ndan girişte hemen Üniversitenin karşısında. Çok kolay.

Santiago’da görülecek başka nereler var derseniz; Apoquindo yönünde son metro durağı olan Los Dominicos eski bir köy… Muhafaza edilerek elişi ürünler satılan antik çarşı haline getirilmiş. Şili’yle ilgili aklınıza gelebilecek her türlü hediyelik, turistik eşya ile takı ve giysi satılan bu yöresel çarşı atlanmaması gereken yerlerden…

Plaza de Armas’dan San Cristobal yönüne giderken Mercado Central  (Eski Halk Pazarı) ile tam karşısında, (Arada Mapocho Çayı var) Molina Çarşısı yöresel ürünleri görmek için iyi bir fırsat. Ayrıca Molina Çarşısı’nda çok lezzetli kekler, pastalar satan yaşlı bir hanım var, ben her gün üçer beşer alıp götürdüm otele.

Mercado Central (Eski Halk Pazarı)

Molina Çarşısı

Modern alışverişten hoşlanıyorsanız, Costanero Norte’de bulunan kentin en büyük alışveriş merkezi Parque Arauco’yu atlamayın. Bunun için Atatürk Büstü’nün olduğu Alcantara Metro İstasyonundan 2 durak sonra Las Condes’de inecek 1.5 km. kadar kuzeye yürüyeceksiniz ya da neredeyseniz bir taksiye binip öyle gideceksiniz. Alışveriş merkezi olarak kent merkezine daha yakın Mall Costanera Center var bir de… Burasının özelliği üzerindeki gökdelenin G. Amerika’daki en yüksek kule olması ve tepesinde seyir terası bulunması… Ben denemedim ama, Santiago’yu San Cristobal Tepesi dışında bir de gökdelen tepesinden izlemek isteyenler için farklı bir seçenek…

Bu arada, kentin göbeğindeki Santa Lucia Tepesi’ni de gezebilirsiniz, bu tepenin tam karşısında ana cadde kenarında el işi eşyaların satıldığı tek katlı dükkanlardan oluşan bir çarşı var, mutlaka görülmeli ( Centro Artesenal Santa Lucia). Ayrıca Plaza de Armas’a yakın olan ve geçmişi 1800 lü yılların başına uzanan Moneda Sarayı görkemli bir eski yapı, halen Şili Cumhuriyeti’nin başkanlık konutu olarak kullanılıyor. Şili’nin siyasi tarihi (Pinochet ve Allende Dönemleri) ilgi ve bilgi alanınızdaysa bu saray zihninizde siyasi bir resmigeçit yaratabilir. Zira Diktatör Pinochet, o dönemin devlet başkanı olan Allende’yi askeri darbeyle indirerek bu sarayda öldürtmüştür. Diğer Güney Amerika ülkelerindeki gibi çok fazla koloniyel dönem mimarisine rastlamayacak olsanız da yüzyılın başından kalma değişik ve ilginç mimariler kent merkezinde göze çarpıyor bu da Santiago’nun çok eski bir kent olmadığı yönünde fikir sahibi yapıyor.

Santiago’dan bahsederken buradaki dostlardan söz etmemek olmaz. Facebook’tan arkadaşım, Şilili yazar Carlos Flores Arias’la da bu vesileyle yüz yüze tanışma fırsatı bulmuş oldum. Carlos,  Türkiye sevdalısı bir Şilili… Sonradan Müslüman olmuş ve resmi olmasa da Yahya adını almış. Tam da bu günlerde Şili’de ‘Sindrome de Estambul’ adlı eseri yayınlandığı için heyecanlıydı. Yahya’nın Şili’de yaşayan Türk arkadaşlarından Yeliz Şimşek bize eşlik etti ve Yahya’nın annesiyle beraber yaşadığı müstakil evinde güzel bir akşamüstü geçirdik. Hatırlatayım, ‘Sindrome deEstambul’ bu yıl içinde Profil Yayıncılık tarafından İstanbul Sendromu adıyla Türkiye’de de raflara çıkacak, şimdiden not alın.

Şilili yazar dostum Carlos Flores Arias ile…

Unutmadan Şili mutfağından da birkaç söz edeyim. Çok fazla gezdiğim için genellikle rastgele lokantalara, kafelere girdim epey fikir sahibi oldum böylece. Kırmızı et yemiyorum, zorlanacağımı düşünürken sebzeden yapılma sandviçlerin, çorbaların, salataların en mükemmelleriyle karşılaştığımı söylemem abartı olmaz. (Peru’da da benzer lezzetler tatmıştım) En çok kullandıkları ürün avokado. Hatta sandviçlerin, hamburgerlerin yanında ketçap, mayonezle beraber avokado sos veriyorlar. Et yemekleri konusunda size yardımcı olamayacağım çünkü kırmızı et 15 yıldır yok hayatımda, nadiren yediğim tavuk ve balığa ise niyet bile etmedim çünkü salatalarına ve sandviçlerine doyamadım. Kocaman avokado dilimleri varken tavuk etini ne yapacaksın! Ayrıca Şili böreği Empanada’yı  atlamayalım. Peynirli, kıymalı, tavuklu, sebzeli pek çok çeşidi var. Yanına bir de Huesillo adındaki içeceği aldınız mı orta direk Şilili oluyorsunuz. San Cristobal Tepesi’ndeki kafeteryalarda muhteşem Santiago manzarası eşliğinde Huesillo+Empanada ikilisini denemeden dönmeyin derim. Huesillo, içinde kocaman şeftaliler olan komposto ve haşlanmış buğday, fena değil, bizim damak zevkimize uygun. Alışveriş merkezlerindeki fast-food larda ise Peru ve Şili’nin ünlü yemeği Ceviche yi denemelisiniz. Limon suyuyla marine edilmiş çiğ balık eti, avokado, soğan ve haşlanmış mısırla servis ediliyor. Peşinen itici gelse de deneyin çünkü Güney Amerika’ya gidip ceviche yemedim denmez, nasıl Türkiye’ye gelip şiş kebap yemedim demek abesse bu da öyle. Alkollülere gelince, Şili’nin şarapları dünyaca ünlü fakat derseniz ki yerel içki, o zaman Pisco isteyeceksiniz. Pisco üzümden yapılan bir brendy çeşidi ve epey sert. Ayrıca yumurta akı ve limonla karıştırılıp Pisco Sour olarak da servis ediliyor, bu daha hafif, hem köpüklü görünümü de hoş… Ha bu arada, konu yemekten çıkmışken Türk Lokantası MEZE’den bahsedeyim. Yeliz Şimşek götürdü beni iyi ki de götürmüş… Manuel Montt Metro İstasyonuna çok yakın. Eğer memleket hasreti gidereyim derseniz hem halis Türk yemekleri yer hem de Türk Müziği dinlersiniz. Uzaklarda iyi gidiyor. Bir de genel olarak pastane ürünleri standartların üstünde, kentin değişik bölgelerindeki hangi kafeterya yahut pastaneye girerseniz girin keklerin, pastaların, turtaların en lezzetlileriyle karşılaşıyorsunuz.

Bellavista’daki otelimin balkonundan Santiago…

Başka neler dikkatimi çekti derseniz… Ne kadar çok anahtarcı var, inanamazsınız. Sonra, döviz bozdurmak ölüm, öyle her yerde ‘çeynç’  büroları yok, sora sora Bağdat misali helak oluyorsunuz. Sonunda Plaza Armas civarında bir tane bulabildim, giderseniz ve döviz bozduracak olursanız aklınızda olsun, başka yerde aramayın. Trafik ışıkları bizim aynımız, insanlar kırmızı da taşıtların aralarından kendilerini yolun karşısına atabiliyorlar, hele insanları da bizim Türk insanlarına benzediği için kendinizi İstanbul Bakırköy’de filan zannetmeniz gayet olası… Bellavista’nın güneyinde Molina Çarşısı civarında bizim Mahmutpaşa’nın küçük ölçeklisi bir alışveriş mahallesi var, hatta içinde Şehrazat adında bir kebapçı bile mevcut (Arapça levhalardan dolayı bir Türk’ün işletmediğine kanaat getirdim – İranlı olabilir), atmosfer memleket hasretine bire bir… Metrolar bizimkilerden farksız, hınca hınç insan dolu ama bizimkiler gibi yabancılar jeton alacağım diye helak olmuyor, gişelerden bilet alınabiliyor ve bu büyük kolaylık. Aklıma İstanbul metrolarında gişe arayan, bulamayınca da şaşkın şakın dolaşan yabancılar geldi. Ah İstanbul Belediyesi ah…

Santiago’da üç günüm işte böyle geçti, dolu dolu vaziyette, göz açıp kapayıncaya kadar… Özel bir araçla Atacama Çölü’ne doğru yola çıkacak ve Şili’nin kuzeyini boydan boya kat edeceğim. Romanlarımda konu edindiğim Coquimbo, La Serena, Antofagasta, San Pedro de Atacama ve Iquique’yi göreceğim için çok heyecanlıyım. Oraları da anlatacağım size, az sabır.

Antofagasta ve San Pedro de Atacama seyahatimin linki: 

https://mehmetmollaosmanoglu.com/2016/06/23/san-pedro-de-atacama/