Eylül 2016’da Profil Yayınlarından çıkacak Domuz Kasabı adlı romanımın kapak görselleriyle, giriş bölümünü ilk defa burada paylaşıyorum.
İnsan zannederek yaşarmış…
Eski ve antika bir yazı bulduğumu zannetmiştim, bulduğum kocaman bir belaymış meğer, okudukça satır satır zindanımın taşlarını örmüşüm farkında olmadan… Yazının her satırı, boynuma indikçe anladım başıma geleni, ne var ki iş işten geçmiş, gün günlükten çıkmıştı çoktan.
Hikâyem böyle başladı işte; benimle zerre alâkası olmayan üstelik başlangıçta ne olduğunu dahi anlayamadığım eski, solgun, rengi atmış kâğıttaki destansı metinle…
Lânetli bir yazının hayatımı nasıl cehenneme çevirdiğini öğreneceksiniz fakat önce kendimi tanıtayım; ben İlimdar Can Çekirdek…
Can, sadece nüfus cüzdanımda, çok kişi İlimdar olarak bilir. Bu benim tercihim, öyle tek hecelik isimlerle işim olmaz; sıra dışı olmalı, merak uyandırmalı, beyni zorlamalı. Mesleğim gibi…
Mesleğim!
Domuz kasabıyım. Hayır, hayır bir yanlışlık yok, bu benim bilerek isteyerek seçtiğim işim. Buz gibi ‘Müslüman mahallesinde salyangoz satıyorum’ yani. Tanınmış bir üniversitenin ‘Maden Mühendisliği Bölümü’ mezunu olmamla işim arasındaki uçurumun bir nedeni var elbet. Yaşadığım Akdeniz kenti Alanya nüfusunun dörtte birinin gayrimüslim olmasıyla epey yüksek olan ticari ayqu’mun tepkimesi diyelim, basitçe. Rahatsızlık duyulması gereken bir iş yaptığımı düşünüyorsanız yanılırsınız. Kimsenin cesaret edemediği bir sektörde tek tabanca büyük paralar kazanıyorum ve malûm, para, bir harabeyi kapatan janjanlı bir reklâm panosudur.
Yok, daha neler! Elimde kocaman bir kasap bıçağıyla domuz kesmiyorum… Tuhaf, bu devirde böyle zannedenler de var. Şöyle oluyor; devletin izin verdiği kanallar vasıtasıyla bir soğuk zincir, etleri gerekli yerlere ulaştırıyor, bunlardan birisi de benim kasap dükkânım. Büyük grosmarketler dışında küçük ölçekte bu işi yapan bir tek benim diyebilirim, yani en azından Türkiye’de bir başka domuz kasabı olduğunu hiç duymadım. İşte ben de gelen etleri dükkânımın arkasındaki soğuk depoya kaldırıyorum ve ihtiyaç kadarını satış reyonuna yerleştiriyorum. Evet, bu kadar basit… Büyük marketlerde de aynı şey yapılmıyor mu zaten. Durun bir dakika, içim rahat etmeyecek, kurnaz olabilirim ama dürüst olmama engel bir durum değil bu, keza bir itirafta bulunmam gerekiyor; köylülerin Toroslarda vurduğu yabanî domuzları da satıyorum fakat el altından gizli gizli… Sürekli müşterilerime veriyorum sadece. Onların fiyatı biraz yüksek, çünkü adı üstünde yabanî ve dolayısıyla lezzetli… Gerçi ben köylülerden çok ucuza kapatıyorum fakat risk kârı denen bir kavram var, değil mi? Haliyle en büyük paraları bu yaban domuzlarından kazanıyorum. Vergisiz, sorgusuz, mis… Kaçak domuz eti satıyorum diye belediye zabıtası beni savcılığa şikâyet etmiş ama avukatım bi’şey çıkmaz diyor, para cezasıyla yırtarmışım. Öyle zaten, daha önce de başıma gelmişti.
33 yaşındayım. Babamın memuriyeti gereği çocukken geldiğimiz Alanya adındaki bu alengirli şehre tamamen yerleştik, yerlisi gibi olduk. Herhangi bir Anadolu şehrinde yahut peder beyin memleketi Konya’da gayet nizamî bir hayat sürüyor olabilirdik elbette, gel gör ki devletin tayin denen memur tombalası bizi buraya savurdu; kana kana suyundan içip kandık, Ağustos sıcağını çektik yandık, Akdeniz’in tuzlu suyu nefesimize karıştı, ecnebisi, Müslüman’ı, ateisti, Budist’i, envaı türlü insan ruhumuza işledi, başka adetler, başka dinler şuurumuza aktı velhâsıl daha pek çok tezahür gerçekleşti ve haliyle ailecek çarpıldık, büyülendik ve dönüştük. Siz kader deyin isterseniz ama ben kadere değil kısmetlere inanan adamım.
Bir yıl önce evlendim. Karım Peryal güzel ve alımlı bir kadın, öğretmen, o da sonradan Alanyalılardan… Henüz çocuk düşünmüyoruz. Tek sorunumuz benim soyadımı taşımak istememe konusundaki inadı… O ısrarla babasının soyadı olan Pars’ı kullanıyor çünkü ‘Peryal Çekirdek’ gibi bir isimle öğrencilerine maskara olmaktan korkuyor. Biraz alınıyor olduğumu itiraf etmeliyim. O benim soyadımı taşımaktan kaçınıyor fakat benim onun ailesinin maddî ve manevî yükünü taşıdığımı hesaba katmıyor. Bazı evliliklerde kızla beraber ailesini de alırsınız, bende de öyle oldu. Kayınpederimle kayınvalidem sağ olsunlar beni içgüveysi yapmayı beceremeyince, kendileri içbişeysi oldular işte. Neyse şimdilik geceleri evlerine gidiyorlar bari, gelecekte ne olur tahmin etmem zor…
Kayınpederim zararsız aslında. Az konuşur, emekli banka müdürü, hani entelektüel denen tiplerden. Haliyle bir domuz kasabıyla konuşacak pek ortak konusu olmayınca ya televizyona ya da yanından hiç ayırmadığı tabletine gözlerini yapıştırmış vaziyette nefes alır, yer, içer ve varlığıyla yokluğu pek belli olmaz.
Kayınvalideye gelince; durun, ben ona bilhassa ‘kaynana’ diyeceğim çünkü kaynanalığın kitabı yazılsın dense ondan daha iyi bu işi becerebilecek bir Allah’ın kulu çıkmaz. Fakat şimdilik ondan daha fazla bahsetmeyeyim çünkü birkaç cümleyle izah edilebilecek bir kadın değil, hakaret olur. İleride tanıyacaksınız nasıl olsa.
Kısaca kendimden ve yakın çevremden bahsettikten sonra şimdi konunun özüne gelelim, hayatımı değiştiren o lânetli metine ya da mektuba, her neyse işte…
İnsanın uluslararası bir entrikaya çekilmesi için ajan, dedektif, gizli örgüt elemanı filân olmasına gerek yokmuş. Böyle benim gibi apartman komşularının dahi kim olduğundan haberi olmayan bir adam da ölümcül bir tuzağa kurban gidebildiğine göre hiç yerinizde öyle rahat sakin oturmayın derim.
Hepsi, müşterim olan Asia Kova adlı Yakutistanlı bir kadının başıma belâ ettiği eski bir vasiyet ile başladı…
Bundan sonrasını ben anlatmayacağım çünkü bu felâketten kurtulamayıp ölürsem veya daha iyimser bir bakış açısıyla kafayı sıyırır akıl hastanelerine düşersem, hikâyemi sonlandıracak birisi gerekiyordu.
Ve ben, sonumun ne olacağını merak ederek kalemi yazıcı dostuma bırakıyorum, hikâyemi ondan dinleyeceksiniz…
* * * * *
İlimdar Can Çekirdek o gece otuz üç yıllık ömrünün en gösterişli kuyrukluyıldızını gördü: Öyle öncekiler gibi bir göz kırpma süresince, incecik bir çizgi biçiminde akıverip gitmedi. Kıpkızıl bir denizanası gibi süzüldü göğün karanlığında, kentin sırtını dayadığı Cebel-i Reis’e çarpacak gibiyken dağın arkasında kayboldu. Bir müddet düşmüş olabileceği ihtimalini düşünerek ışık cümbüşü görmeyi, patlama sesi duymayı bekledi, hiç birisi olmadı. Gece geceliğine devam etti, dağ da dağlığına… Ne var ki yukarılarda mı yoksa aşağılarda mı olduğu belli olmayan gizli bir el gece kadar istikrarlı değildi, yeni kaderler yazmakla meşguldü…
Saatler evvel akşam yemeğinde aile büyükleri vardı ve kaynanası yemek yerken ki iştahıyla ölçüşen bir azim içerisinde birkaç gün evvel gördüğü bir UFO’dan bahsetmişti heyecanla… İlimdar da içinden içinden heyheylenmişti! Şu geveze kaynananın gördüğü UFO değil, dilek feneri türünden beşer yapımı gösterişli ticari ürünlerden birisi olduğundan adı gibi emindi fakat bunu dile getirebilecek cesareti bulamamıştı. Hayır, kaynanasından yahut karısından korktuğundan değil, ikisinin bitmek bilmez ağız tamburalarına katlanamayacağından…
Misafirlerin ardından, ‘bu yaşıma geldim bir UFO dahi görmedim,’ diye serzenişte bulunmuştu. Maksat sinirini bozan kaynanasıyla dalga geçmekti, “Annen kadar olamadık!”
Peryal tek kaşını kaldırıp, “Hiç dalga geçme tatlım…” demişti sakince, “Annem sana tuvalet kâğıdı diye ısırgan otunu verir, oturduğun klozet bir yanardağa dönüşünce anlarsın başına geleni.”
İlimdar bu defa dilini tutsa da yüzünün bütün kaslarını oynatarak kaynanası için romantik bir beste yapmayı başardı. Ardından karısının yeni bir imasına muhatap kalmadan banyoya geçti. Aklı hâlâ kuyrukluyıldızdaydı. Tamam, bir UFO değildi elbette ama yaşattığı duygu bakımından UFO’yla yarışır ihtişamdan söz edilebilirdi. Bunun ne önemi vardı bilmiyordu hatta belki sebepsiz önemsiyordu fakat şuuraltı bir yıldız-kader bağı kurmuştu!
Ertesi sabah işe gitmek için uyandığında kendinden önce kalkan karısının kahvaltı masasını çoktan hazırlamış olduğunu gördü. Yatak odasının içinde banyo olmasına rağmen mutfağın karşısındakini kullanmayı tercih etti yine. Kendi odalarındaki küçüktü ve kapalı alan korkusu olduğundan kolay bunalır, nefessiz kaldığını hissederdi. İşin aslı, yaşam biçimini aklına estiği türden bir özgürlükle sürdürmekteyken evliliğinin ardından özgürlük çapını yalnızca dört duvarın ebadına indirebilme becerisi göstermeyi başarmış olağanüstü bir adamdı o. Evleneli bir yıl olmuştu, çok acil bir iki durum dışında bu banyoyu hiç kullanmamıştı. Elbette karısına bunun açıklamasını başka türlü izah etmeyi tercih ederdi; iri bir adam olduğu için daracık alanda hareketlerinin kısıtlanıyor olma bahanesi mantıklı bir yaklaşımdı mesela…
“Çabuk bitir işini annem gelmek üzere!” diye seslendi Peryal…
İlimdar, ıslak vücuduyla banyo kapısını araladı, “Benim kocam sabahları evde çıplak dolaşır de, vazgeçer belki!” Vücudundan damlayan sular kapı eşiğinde küçük bir gölet oluşturmaya başlamıştı, bir başka zaman olsa fırçayı bundan yerdi fakat şu andaki konu daha hassastı.
Genç kadın kumral saçlarını tepesinde topladığı için bu sabah bir okul müdiresi kıvamındaydı; yaramaz çocukları şefkatle disipline eden bir müdire… “Saçmalama istersen hayatım, temizlikçi gelecek ve ikimiz de çalışıyor olduğumuz için annem duracak başında.”
Peryal’in tepkileri diğer hemcinslerine pek benzemezdi… Alınarak, küserek, kızarak, bağırarak değil, sakin sakin laf sokarak koyardı tepkisini. Bu yüzden pek hır gür olmazdı aralarında ve İlimdar, onun en çok bu huyunu severdi, fütursuzluğunun nedeni de buydu zaten, “Ah iyi, kaynana sabah mesaisine mi başlıyor diye korkmuştum!”
Bal rengi gözleri çaktırmadan bir ışın kılıcı çekti, “Saygısız ve kaba kocacım benim. Ben senin annenle dalga geçiyor muyum ha?”
Neyse ki buna verebileceği çok kolay bir yanıt vardı, “Geçemezsin o öldü çünkü.”
Yıllar önce ölmüş üstelik hiç tanışılmamış bir kadın için yapılabilecek fazla yorum yoktur, bu insanın kayınvalidesi dahi olsa… “Ne şanssızım, bir kaynanam bile olmadı.” Peryal de kendini zorlamadan böyle bir klişeye sığındı.
İlimdar, önce yüzünü buruşturdu, ardından, ‘Çok haklısın!” diyerek burnunu çekti, “Asıl ölmesi gereken yaşıyor, ne adaletsiz bir dünya,” diyerek banyoya geri girip kapıyı kapattı, ya da geri kaçtı diyelim… Çünkü karısı, her zaman olduğu gibi şu ana kadar alttan alttan almış ve bu son hücumun ardından iki kelimeyle gerçekleştireceği öldürücü darbenin gelmesine çok az kalmıştı.
Daha bir yıllık evliydiler, öncesinde de bir o kadar flörtü sayarsak toplam iki yıldır birbirini tanıyan bir karı koca için eşi benzeri olmayan bir evlilik performansından söz edilebilirdi. İkisi de birbirinin dalağını da ruhunu da okumada ustaydı, ona göre tedbir alırlardı ve bu uyumun adı aşk idi. Peryal yanıt vermek için ağzını açmıştı ki, kaçan kocasının ardından öyle kalakaldı, sarf ettiği kalori boşa gitmesin kabilinden bir hareketle arkasından dil çıkardı ve gülerek mutfaktaki işinin başına döndü.
Dışarıdan ikisini gözlemleyen birisinin onları fiziksel açıdan birbirlerine yakıştırması pek mümkün değildi. Peryal ne kadar zarif, hoş bir kadınsa İlimdar en az onun iki katı, kalın, pos bıyıklı, kısacık saçlı, davranışları kaba saba sayılacak bir adamdı. Hakkını yemeyelim, İlimdar haftada bir-iki gün spor salonuna gittiği ve performans çalıştığı için hafif göbeğinin dışında vücut oranlarını korumuş birisi olduğundan çirkin, hantal bir adam sayılmazdı. Ne var ki yan yana geldiklerinde 1.60 boyundaki Peryal’le 1.90’lık İlimdar’ın, güvercinle devekuşu performansı sergilediklerini belirtmek hiç abartı olmaz. Aslında Paryal’in annesi uzun boylu bir kadındı fakat o, fiziksel özelliklerini daha kısa olan babasından almıştı. Tam bu aşamada evrenin denge kuramının işleyişindeki muhtemel bir tıkanıklık yüzünden karakterini de babasından aldığı için İlimdar’ın ucuz kurtulduğu söylenebilirdi…
Bir erkeğin kaynanasını sevmeme nedenleriyle bir kadının kaynanasını sevmeme nedenleri çölle kutup kadar farklıdır. Kadın, kocasını paylaşmak istemediği için peşinen kaynanasından nefret eder, erkek ise damadını seven bir kaynanayı evliliğinin sigortası olarak gördüğünden peşinen hayranlık duyar. Haliyle bir kadın, kaynanası ağzıyla kuş tutsa dahi sevmesi mümkün değilken, bir erkek, yalnızca kaynanasının ağzı bir kuşa döndüyse sevmekten vazgeçebilir…
İlimdar için böyle bir durum söz konusuydu işte. Eh haksız da sayılmazdı. Kaynanayı ilk defa gören, onun kanaryadan yahut bülbülden evrilmiş olduğu konusunda zerre şüpheye düşmezdi.
Kaynana dediysek, aklınıza öyle hindi butlu, papaya göğüslü, karnabahar saçlı bir kadın gelmesin. Gayet alımlı, bakımlı, zinde, kırklarının ortasında olup otuzlarında gösteren bir afetti. İlimdar, ‘süslü mariko’ derdi; içinden tabii… Bu da ne demeyin; çocukken, babası Alanya’ya atandığında kiraladıkları evin sahibesi yaşlı Alanyalı teyzeden duymuştu Süslü Mariko’yu ve Alanya’da pek yaygın kullanılan bir deyim olduğunu anlamıştı sonradan. Mübadeleden önce terzilik yapan Alanyalı bir Rum kadının adıymış. Kasabanın bütün erkekleri Rum’u, Müslüman’ı hepsi vurgunmuş Mariko’ya. Gel gör ki hiç birine yüz vermediği gibi peşinde pervane olmalarından pek haz edermiş, pek dalga geçermiş, pek eğlenirmiş. Hoppaymış sizin anlayacağınız. Kötü bir lakap da takamamış kasabalılar, ‘Süslü Mariko’ demeye başlamışlar zamanla. Gençler bir tarafa, kasabanın ünlü paşalarından birisi de vurgunmuş hoppaya. Etrafındaki yakışıklı gençlerle bile dalga geçen Mariko’nun kendisine yüz vermeyeceğini bilen paşa bir gün onun eline umutsuz aşkını anlatan ve ahirette sonsuza kadar onu bekleyeceği yeminiyle sona eren bir mektup sıkıştırmış ve hemen oracıkta silahı şakağına dayayarak intihar etmiş. İşte bu olay Alanya’nın geleneksel hatıralarından birisi olarak pişmiş, kenarından bir parçası da bizim İlimdar’a düşmüş o da kaynanasına ithaf etmiş.
Bu arada, Che Guavere hastası olduğunu belirtmemek kaynanaya büyük haksızlık olduğu gibi bunu vurgulamadan geçmek dahi kadını yüzde elli eksik tarif etmenin daniskasıdır. İşin aslı kaynana Che dönemini bildiğinden filân değil fakat ‘Motosiklet Günlükleri’ adlı filmi izledikten sonra birden Che manyaklığı başlamış ve onun bütün kitaplarını elde edip okumuş, hayatını didik didik etmişti. Bir seferinde İlimdar, artık sosyalizmin ve Che’nin modası geçti, daha güncel konulara takılsan!” diyerek alay ettiği belli bir edayla ahkâm kesmişti de kayınpeder atılmış, “Bırak damat, ölüden zarar gelmez!” demişti. Şimdi, kayınpederin bu cümlesi pek çoğu için bir geçiştirme yanıtı olarak algılanabilirse de bizimki öyle algılamamıştı tabii. Dikkatle, yuvarlak gözlük takmış iri bir fok yavrusundan farksız görünen entel-dantel kayınpedere bakmış ve içinden, “Bence de…” diyerek iç çekmişti.