Önceki Yazı:
https://mehmetmollaosmanoglu.com/2015/08/13/991/
Cusco, Afrodit heykeline arılar yuva yapmış gibi görünen bir şehir. Bereket bu muhteşem heykelin sadece kolları ve ayakları istilaya uğramış, yüzü gözü hâlâ büyülemeye devam ediyor.
Evet, bir sabah erken saatte Arequipa’dan 1 saate yakın süren uçak yolculuğumuzun sonunda Cusco’dayız. Deniz seviyesinden kalkıp, birden 3400 rakımlı And Dağları eteklerine (zirvesini siz düşünün) çıkmak başlı başına bir macera fakat Cusco adı, bilen için bir ansiklopedi, bir destan, bir efsane olunca maceranın daha muhteşemi zihinlerde başlıyor haliyle…

Havalimanı şehrin içinde… Terminalden çıkıp bakışlarını etrafta şöyle bir gezdirince efsane çöküyormuş gibi oluyor. Aklımdaki resim, muhteşem tarihi yapılar ile cumbalı, ahşap işlemeli koloniyel dönem mimarisini yansıtan daracık sokakların kenarına sıralanmış evler. Oysa etrafta görünen 2-3 katlı sıvasız, kolonlu, tuğlalı pejmürde yapılar… Neyse ki ben koruma altında olan o muhteşem tarihi kentin ayrı bir bölüm olduğunu biliyorum da hemen hayal kırıklığına uğramayacağım, giderseniz siz de uğramayın. Keza, gördükleriniz göreceklerinizle tamamen alakasız…
Otelimiz Cusco’nun tarihi kesiminde, daracık sokaklara bakan eski bir avlulu yapı. Tek handikapı adının Casa Andina olması… Evet bu Casa Andina’nın kusuru yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı, internet bağlantısı olmayan yahut çok yavaş olan bir oteller zinciri… Peşin bir memnuniyetsizlik duygusuyla otele yerleşiyoruz.

Ha bu arada, atlamayalım, havalimanından itibaren bir coca çayı muhabbeti var her yerde… Muhabbet derken, bizim sıcak Akdeniz sahillerinde belediyenin, hayırseverlerin, işyerlerinin hizmete soktuğu su sebilleri kabilinden coca çayı içilebilecek basit mekanizmalarla karşılaşıyorsunuz. Sıcak çay akan bir musluk ile kenarda plastik bardaklar… Hafızanızda canlandırabildiniz mi bilmiyorum ama bizim sebillerden soğuk su akıyorken onlarınkinden sıcak çay akıyor. Bunun nedeni şu; yüksek rakım hastalığı denen ve oksijenin az olmasından kaynaklanan baş ağrısı, yorgunluk hissi gibi rahatsızlıkları önlemek… Coca bitkisi bizim çay bitkisinin biraz daha büyükçesi… Yapraklarından çay yapılıyor. Coca, And Dağlarında yaşayan insanlar için çok önemli. Bu cocanın, şekerini, reçelini yapıyorlar, yemeklerine çorbalarına coca yaprağı atıyolar, tozunu baharatvari kullanıyorlar ve biz Türkler misali bütün gün çayını içiyorlar.Eskiden İnka savaşçılarına sürekli coca ürünleri verilirmiş. Savaşçılar da yorgunluk, açlık, susuzluk nedir bilmezlermiş. Hatta bazıları tamamen yemeyi içmeyi unuttuğu için açlıktan yahut susuzluktan ölür gidermiş. Coca böyle bir bitki işte. Zaten Peru’da neden şişman insan görmediğimi merak eder dururdum. Ha, bir de oranın insanları bu coca yaprağını dişleriyle damakları arasına koyarak düşük dozlu uyuşturucu ve sakinleştirici özelliğinden faydalanıyorlar, belirtmemek olmaz.
Şimdi, zurnanın zırt dediği yere gelelim; efendim, bu coca, aynı zamanda kokainin de hammaddesi. Durun öyle hemen paniğe kapılmaya gerek yok. Ben kapıldım da neler geldi başıma, az sonra anlatacağım. Coca yaprakları kireçle etkileşime girdiğinde ortaya çıkan bir sıvıdan elde edilirmiş kokain… Öyle coca yaprağı çiğnemekle, coca çayı içmekle filan uyuşturucunun dibine vurmuyorsunuz tabii… Ha midenizde kireç üreten bir mekanizma varsa onu bilemem… Hatta şu Cocacola‘nın sır formülünde coca bitkisi olduğu söyleniyor ya, bence doğru, adına baksanıza coca-cola… Neyse ben de peşin hükümlü davranıp coca çayı içmeye çekindim. Arkadaşım Murat havalimanından itibaren, otele girişte kayıt yaptırırken coca çayı içmeye devam etti, ben ağzıma koymadım. Cusco’da ilk fark edilen etki, oksijen azlığından dolayı kolayca nefessiz kalmak ve çabuk yorulmak oluyor. Hızlı adımlarla yürüyemiyorsunuz mesela… Biz de Murat’la otele yerleşir yerleşmez çarşıya çıktık. Bırakın hızlı yürümeyi, kablumbağa adımları atar hale gelip de öleceğimi zannederken murat şişeden çıkmış cin gibi turlamaya devam ediyor, zerre yorgunluk belirtisi yok. Cusco’ya adım attı atalı içip durduğu coca çaylarından mı yoksa bünyesinden mi böyle emin değilim… Murat’ı çarşıda bırakıp otele zor atıyorum kendimi. Ensemde de bir ağrı başladı bu esnada. Uyursam biraz dinleneceğimi düşünüp yatağa bırakıyorum kendimi. Ne ara uyuduğumu anlayamasam da korkunç bir baş ağrısıyla uyanıyorum, üstelik öyle çok vakit de geçmemiş, en fazla yarım saat… Bildik bir başağrısı değil ki ben, migren, gerilim tipi, alkol tipi bilumum başağrılarıyla barışık ve yerleşik yaşayan bir adam olmama rağmen bu ağrı yabancı, eğer Marslılar gerçekten varsa onların başağrısı kadar yabancı hem de… Yeni bir başağrısı deneyiminin keyfini alacak kadar mazoşistleşsem de beden bu yükü kaldıramayacak belli… Hatta biraz daha vakit kaybedersem kafatasım karpuz gibi patlayacak. Yüksek iritfadan etkilenen turistler için oksijen maskesi verildiği uyarısını hatırlıyorum ve perişan vaziyette soluğu otelin resepsiyonunda alıyorum. Resepsiyondaki iri yarı esmer kız beni o halde görünce paniğe kapılmış görünmüyor, aksine tebessüm ederek -biraz da dalga geçer gibi- bana yan tarafta duran coca çayı mekanizmasını gösteriyor. Ben oksijen maskesi filan diyorum ama kız, önce iki bardak çay için faydası olmazsa oksijen veririz diyor. Meğer ben otele kaydımı yaptırırken ikram edilen coca çayını içmediğimi görmüş, hatta beni uyarmak istemiş farkında olmamışım. Tecrübeli kız tabii, o anda benim saatler sonra soluğu yanında alacağımı anlamış olmalı, ona gülüyor. Evet, gerçekten iki bardak coca çayından sonra kendime geliyorum. Odaya çıktığımda ise kırlara koşacak bir tay kadar enerjiyle dolu olduğumu fark ediyorum. Bu coca gerçekten yükseklerin tanrısı, kesinlikle öyle…
Ve ben hoplaya zıplaya yeniden çarşıya atıyorum kendimi. Çarşı dediğim yer, Cusco’nun Plaza de Armas’ı, kaldığımız otelin iki sokak yukarısında, yakın yani. Bu defa Cusco’yu daha iyi sindiriyorum. Biraz alışveriş yapıp otele dönüyorum. Ne aldım derseniz tabiiki coca şekeri, paket paket… Bundan sonra bu coca şekerleri cebimden hiç eksilmeyecek.

Aynı gün ikindi saatlerinde Murat’la beraber Cusco’yu ve çevresini gezdirecek bir tura dahil oluyoruz… İlk durağımız Plaza de Armas’da ki Katedral… İçi gez gez bitmeyecek kadar büyük, her taraf altın işlemelerle kaplı… Ben böyle gösterişli dini yapıları gezmekten hoşlanmıyorum, insanlar sefalet içinde yüzerken ve üstelik kendi sınırlarını çizememiş haldeyken din adına yaratılan lüksü hayran hayran seyretmelerinin nedeninin düşük tekamülleri olduğunu düşünüyorum. Kızın bana ama öyle. Rehber kendinden geçmiş vaziyette bir şeyler anlatıp duruyor, turistler hayret ifadeleri takınmış vaziyette dinliyor bense bu abartılı şaşaadan başım dönmüş, sinirlerim gerilmiş vaziyette bir an önce gruptan kopup kendimi dışarıya atma çareleri arıyorum işte o anda gözüm içeride sessizce dolaşan üç kişiye takılıyor; yaşlı bir kadınla yaşlı bir erkek ve genç bir kız. Hafif kambur duruşları, sıradan insana göre daha uzun kolları ve en mühimi tıpkı bir yılana benzeyen gözleri ve aşırı çıkık elmacık kemikleriyle üç reptilian… Kimse hayal gördüğümü filan düşünmesin, ruhum da tepki verdi, damarlarım üşüdü. Gruptan ayrılarak uzun müddet üçünü izledim. İçerideki işlemelere ve duvarlardaki tablolara bakarak kendi aralarında konuşuyorlardı. Murat koşarak geldi, nerede kaldığımı merak etmiş. Reptilianları gösterdim, pek umursamadı.Umursamazsa umursamasın, ben eminim ya yine de benim garip halimi fark etti, “Bu kadar etkilendin git tanış madem,” dedi. Sonra da “Reptilian neydi yahu?” diye sordu. “İşte şu gördüğün üç kişi…” dedim. Bu defa daha dikkatli baktı, sesi çıkmadığına göre doğru yoldayım. Öyle ya, “Ne varmış, herkes gibi üç insan işte!” deseydi büyük olmasa da az biraz tereddüde düşerek, gözlerimi filan ovuşturabilirdim. Bir müddet daha üçünü gözlemlemeye devam ettim. Sonra grubun katedral turu sona erdiği için mecburen oradan ayrılmak zorunda kaldım. Cusco denince görenlerin aklına muhtemelen katedral ve muhteşem kelimesinin dahi yetersiz kaldığı altın işlemeli duvarlar gelecek ama ben her Cusco kelimesinde 3 reptilianı hatırlayacağım. Ha, reptilian nedir diyorsanız Gogıllayın… Ben ne anlatsam eksik kalır ve bu bir seyahat yazısı olmaktan çıkar. Bu Gogıllama işinden sonra da her reptilian kelimesini duyduğunuzda da beni hatırlayın bi’zahmet.
Katedralden sonra Plaza de aArmas’a yürüyüş mesafesindeki Kusicancha açık hava müzesiyle, Qorikancha Kilisesi‘ni geziyoruz. Her taraf buram buram tarih kokuyor ve muhteşem taş işçilikler dikkati çekiyor. Murat’a sıkıldığımı ve otele geri döneceğimi söylüyorum. Herkes ağzı bir karış açık etrafı incelerken ben kös kös otele geri dönüyorum. Sonra Cusco’ya hakim bir tepe üzerindeki Sacsayhuaman antik kentine gidilmiş. Aslında burasını merak ediyordum ama bitip tükenmeyen dini yapılar yüzünden Sacsayhuaman benden mahrum kalıyor. Bu antik kenti daha sonra Murat’tan dinleyince, gitmediğime pişman oluyorum. En azından tepeden Cusco manzarası izlemiş olurdum.

Akşam tarihi bölgedeki lüks sayılacak lokantalardan birisine gidiyoruz Murat’la. Yemekten önce pisco ikram ediyorlar. Pisco, daha önce de bahsettim, Peru-Şili-Bolivya’nın ortak içkisi. Ben et yemediğim için sebze çorbası istiyorum ve hayatımın en lezzetli sebze çorbasını burada içiyorum. Peru’nun çorbaları nefis, çorbaların içinde tahıl olarak bu bölgede yetişen kinoa kullanıyorlar ve kinoa, sebzelerle uyumlu olduğundan nefis bir tat ortaya çıkıyor. Aklınızda olsun Peru’da bol bol çorba içebilirsiniz. Arequipa’da olduğu gibi burada da çikolata dükkanları var. Daha önceki yazılarımda belirtmiştim Peru çikolataları dünyaca ünlü. Arequipa’dakiler daha modern ve işlenmiş ürünlerken, Cusco’dakiler biraz daha doğal, saf kakao’dan yapıldıkları için sert, dolayısıyla acı. Paketlerin üzerinde %100 kakao yazıyor zaten. Ben o yazıya dikkat etmemişim ve iyi bir grafikçinin elinden çıktma paketlerin albenisine de kapılmış vaziyette paket paket çikolata almışım, şimdi hepsi evde pasta olmayı bekliyor. O kadar saf ki, tırnak kadarından bir tepsi pasta yapılabileceğini düşünürseniz bir beş yıllık stok var galiba. Tercih sizin, Peru’ya gidecekseniz ve bu iki kenti görecekseniz nasıl çikolata alacağınızı biliyorsunuz artık.


Ertesi sabah daha heyecanlı bir günün başlangıcı; Machu Picchu için yola çıkılacak. Önce otobüsle bir buçuk saati bulan Urubamba yolculuğu… Urubamba, Cusco’nun doğusunda Krallar Vadisi denen bir bölgede… Vadiden akan Urubamba Nehri boyunca bir sürü antik kent sıralanmış. Machu Picchu’da bu nehrin yukarılarında zaten. Bunlar benim oraları görmeden önceki coğrafya bilgim…
Tam Urubamba şehri üzerinden kıvrıla büküle Krallar Vadisi’ne inerken muhteşem bir manzara var. Urubamba ise hâlâ 100 yıl öncesini yaşayan bir şehir. Yollarında üç tekerlekli mototaksiler dolaşıyor, kadınlar şapkalı ve yerel giysili, evler iki katlı toprak sıvalı… Tabii bu benim otobüsün içinden edindiğim intiba, yoksa şehirde durmuyoruz. Yarım saat mesafedeki Ollantaytambo‘dan trene bineceğiz, çünkü oradan sonra karayolu yok artık, Machu Picchu’ya sadece trenle gidilebiliyor.

Aslında Ollantaytambo’da önemli bir İnka şehri. Tarihi önemi olan ve gezilip görülecek kaleleri, antik yerleri mevcut çok görülesi bir destinasyon ama biz bir program dahilinde gezdiğimiz için Ollantaytambo’yu tam göremeden Urubamba Nehri kenarındaki tren istasyonuna geliyoruz. Derin bir vadi burası, iki taraftaki dağlar dimdik ve sarp… Başı havaya kaldırmadan dağların zirvesini görmek mümkün değil. İşte böyle bir anda dik kayaların yüzünde garip bir görüntüyle karşılaşınca Murat’a gösteriyorum. O da merakla bakıyor kelebek kozası gibi görünen tüpümsü yapılara… O kadar yukarıdalar ki, neredeyse karınca kadar görünüyorlar. Ne olduğunu anlamıyoruz, muhtemelen meteoroloji cihazları filan deyip o garip tüpleri arkamıza alıp birer fotoğraf çekip trene biniyoruz. İşin aslı Türkiye’ye dönünce ortaya çıkıyor, internet haber sitelerine düşüyor konu. Meğer o üç cam tüp dünyanın en yüksekteki oteliymiş, her tüpte iki oda varmış. Adı, Skylodge Adventure Otel. Hoş oradayken bilseydik ne olacaktı ki! Dağcılar içinmiş ve dağcı aletleriyle ta oralara tırmanmak gerekiyormuş. Neyse işte, oralara gidecek olanlara söylüyorum, trene binmeden önce vadinin doğusundaki sarp dağın yamaçlarına bakarken bizim gibi ‘a onlar da ne ola ki’ demeyin, aslını öğrendiniz işte.


Ve muhteşem manzaralı bir tren yolculuğundan sonra Aquas Calientes… Burası Macchu Picchu’nun yakınındaki kasaba. Tarihi filan değil, muhtemelen Machu Pichu’nun keşfinden sonra burada oluşan turizm potansiyeliyle ortaya çıkmış, otelleri, lokantaları ve yerel alışveriş çarşıları olan küçük ama kalabalık bir kasaba. Kalabalık turistten dolayı tabii. Kasabayı küçümsemeyelim muhteşem bir doğası var. Dört tarafı yuksek dağlarla çevrili kuyu gibi… Günde en fazla 2-3 saat güneş görüyor olmalı. Ama yemyeşil… Ollantaytambo’dan sonra iklim değişmişti zaten ve Aquas Calientes’e gelmeden önce de Amazon Ormanları başlamıştı. Urubamba Nehri bu kasabanın içinden çağıldayarak akıyor. Tekrar ediyorum muhteşem bir yer, bir hafta da kalınır burada, iki hafta da… Biz Machu Picchu’yu görüp akşama geri döneceğiz.

Machu Picchu’ya otobüslerle gidiliyor. Aslında yürünebilir de… Fakat kasabanın bulunduğu kuyunun arkasındaki vadiye yürümek ve oradan da dağın tepesine yine bir yol vasıtasıyla tırmanmak hem genç işi hem de zaman gerektiriyor. Aquas Calientes’teki yerel otellerde bir kaç gün kalınacak olsa aslında yürüyerek gidip gelmek en iyisi çünkü az önce de söylediğim gibi muazzam bir doğa var etrafta.

Machu Picchu hakkında çok fazla detaya girmek istemiyorum çünkü hakkında o kadar çok haber yapılıp makaleler yazılıyor ki herkes bir biçimde bu çok iyi korunmuş İnka antik kentinden haberdar. Olmayan da zaten ilgi duyup benim yazımı okumayacaktır muhtemelen. 2400 metre yükseklikteki bu kent 1450 yıllarında kurulmuş ve İspanyol istilacıların ulaşamadığı bir yerde kaldığından talan edilmekten kurtulmuş. 1900 lüyılların başında ancak bulunabilmiş. Günümüze kadar ulaşmasının nedeni bu. 2400 rakım, 3400’lük Cusco’ya göre bişey değil, ama yine de coca şekerleri işe yarıyor, nefes alışı düzene sokuyor ve yorgunluğu önlüyor. And Dağlarında dolaşıp gezecekseniz aman bu coca şekeri işini ihmal etmeyin.

Etrafta inanılmaz bir kalabalık var, günde 2000 den fazla insan geziyormuş burayı. Şaşırmamak lazım, Cuzco’yu, Krallar Vadisi’ni ve Machu Picchu’yu görmeyen insan ben seyahat ettim demesin zaten. Machu Picchu’dan bol resim paylaşayım fazla kelam etmeme gerek kalmasın çünkü ne anlatsam eksik kalacak; öyle ruhani, öyle kadim, öyle doğal, öyle çarpıcı bir yer. Ha son olarak, eğer buralara gelmeye niyetliyseniz siz siz olun ne yapın edin bir-iki gece kalın kasabada, krallar Vadisi’nde de kalın, Ollantaytambo’da özellikle…



Bu coca çayını ya da ürünlerini Türkiye’de bulabileceğimiz bir yer ya da ithal etme şansı var mı? Haftada en az bir defa migreni tutan biri olarak sanırım böyle bir şeye ihtiyacım var.
BeğenBeğen
Coca üreten 3 ülke (Peru-Bolivya-Kolombiya) bu ürünün ihracatını yasaklamış bu yüzden ithal etme şansı yok.
BeğenBeğen