Önceki Yazı:
Paracas’tan sonra Atacama Çölü’nün biraz daha içerilerindeki Nasca’ya doğru yola çıkıyoruz. 3 saatlik yolumuz var, vakit öğlen… İşin aslına bakacak olursak, Nasca şehri, Peru seyahatimizin en önemli duraklarından birisi olacak. Hani Paracas sahilindeki Şamdan Jeoglifi vardı ya, demiştim ki; ‘devamı için Nasca Çizgilerini bekleyin…’ Nasca’ya varır varmaz hemen yerel havalimanına geçip 4 kişilik uçaklarla Nasca Çizgileri üzerinde uçacağız. Devamı orada evet fakat önce yol… Atacama Çölü’nün güzelliklerini anlatmadan Nazca’ya filan varmaya niyetim yok…

Çölün güzelliği mi olur demeyin… Atacama öyle bir çöl ki, dünya kurulduğundan beri değişmeyen tek yer burasıymış gibi durur ve çölün bordo-sarı sonsuzluğuna insanlar uğramamış, hayvanlar ayak basmamış, yağmur tek bir damlasını esirgemiş görünür ki öyledir de. Üstelik burada, ne bir ot, ne bir kaktüs, ne de bir kertenkeleye rastlamak da mümkün olmaz fakat buna rağmen And Dağlarından süzülüp gelen kar sularının açtığı vadilerde oluşan uzun vahalarda yeryüzünün en lezzetli meyve ve sebzeleri yetiştiğini görünce çöle karşı hayranlık uyanıyor elbet.

İşte kupkuru çöl içinde yol alırken Palpa adlı kasaba böyle bir vahanın içinde önümüze çıkıverdi… Zaten Palpa’dan sonraki çöl arazisinden Nasca Çizgileri olduğunu ben biliyorum fakat Palpa’nın bir özelliğinden söz etmem gerekecek. Palpa ile Nasca Arazileri arasında ip gibi uzanan tepeler var… Yamaçtan Palpa vahasına doğru inerken daha geride uzanan tepeleri Murat Satı’ya göstererek, “Bir gariplik bul,” diyorum… Murat, tepe-mepe düşünecek halde değil, manzaranın güzelliğine kapılmış gidiyor bir yandan da kamerasını doldurmakla meşgul. “Fotoğraf manyağı,” diyorum… “Hep kameraya bakma biraz etrafına bak, detayları kaçırıyorsun!” O ise umarsız, çıt çıt kamera sesi geliyor, “Detaylara daha sonra çektiğim fotoğraflardan bakarım,” diyor. Beni eleştirmekten de geri kalmıyor, “Türkiye’ye dönünce gezdiğin yerleri unutacaksın, sen de çeksene,” diyor. Bu fotoğraf muhabbetimiz seyahat boyunca sürdü hatta arada dalaştık dersem abartı olmaz… Otomobilin arka koltuğunda birimiz sağda birimiz solda oturuyoruz ya… Tabii benim tarafımdaki ilginç görüntüleri çekemeyince bana sarıyor, ben neden çekmiyormuşum! Ya da az resim çekiyormuşum filan… Evet, Murat Satı gerçek bir fotoğraf manyağı… Haklı olduğunu Türkiye’ye döndükten sonra anlayacağım o başka…

Murat hep böyle işte, detaylardan uzaklaştırmada üstüne yok. Palpa’yı anlatacakken gene araya girdi dağıttı konuyu. Neyse, ip gibi uzanan tepeler diyorduk ya, bunların üstleri bıçakla sıyrılmış gibi dümdüz. Üstteki resimde de net olarak görülüyor zaten. “Başını kaldır da bak Murat diyorum… Bu tepelerin üstü pist…” Neyse ki terminal binaları nerede diye sormuyor… Sormuyor da ‘senin kutsal topraklara geliyoruz’ türünden laflar sarf ediyor. Birazdan hızını alamayıp bana ‘hacı’ filan demeden pistleri anlatmaya başlamam gerek…
Hani Paracas’taki şamdan jeoglifi vardı ya! Eski İnka metinlerinde ‘Denizin öte yakasından gelen yabancılar’ terimi çok fazla işlenir. İşte bu işaret, hem denizin ötesinden gelen yabancılara hem de yerli halka “BURASI FIRTINA TANRISININ DİYARIDIR” mesajı veriyordu. Fırtına Tanrısı’nın kim-ne olduğunu bir önceki yazımda anlattım, tekrar edeyim; Sümer’de Addad(İşkur), Hitit’te Teşup, burada ise Viracocha…
Palpa’daki tepelerin üzeri düzeltilerek yapılmış pistlerin ne işe yaradığını anladınız değil mi? Yerli dilindeki tabiriyle, yabancıların ‘ateş arabaları’ buraya iniyordu işte.
Peki bu yabancılar neden geliyordu? Bunun yanıtı İnka metinlerinde bulunabilir fakat ben sizi ikna edecek başka bir kaynak göstermek niyetindeyim. Eski Ahid’in içindeki Eyüp Kitabı’nda belirtildiği gibi Mezopatamya’ya külçelerin geldiği topraklar burasıydı işte. Eyüp Kitabı buradan altı yanıp, alt üst olmuş diyarlar diye bahseder. Ben, “Ata Mezarlığı” adlı romanımda Eyüp Kitabı’nın ilgili bölümünü şu şekilde düzenlemiştim:
“Altının ve gümüşün elde edildiği bir yer vardır,
O yerden hem demir, hem bakır madeni çıkar.
Öyle erişilmezdir ki o yer,
Yırtıcı kuşlar orayı bilmez,
Vahşî hayvanlar ayak basmaz.
Tanrının dağları kuruttuğu,
İnsan ayağının unuttuğu,
Altın tozu rengindeki o yerde
Bedeli altınla ödenmeyen,
Değeri gümüşle ölçülmeyen,
Bir şey vardır bilmezsiniz!
Enginler, bende değil der,
Denizler, yanımda değil…
Semalar kaybettiğini söyler
Ama dağları kurutan Tanrı,
Mücevherden üstün olan,
O bilmediğin şeyi,
Tam orada sana sunar!
BİLGELİK.”
Evet, Paracas’daki işaret ve devamında Palpa’daki pistlerin nedeni daha açık hale geldi böylece. Okyanus ötesinden gelen ateş arabaları geldikleri yere değerli madenler taşıyor… Madenler nerede diye merak etmeyeceksiniz umarım çünkü Atacama Çölü’nün dünyanın en büyük altın, bakır, gümüş madenlerinin kaynağı olduğu lise coğrafya kitaplarında bile öğretiliyor. Bu değerli madenler neden taşınıyor sorusu başka bir ilim ve de bilgelik konusu olduğundan burada değinmeyeceğim, merak eden araştırır, okur, öğrenir. Bitti mi? Hayır, daha Nasca Çizgileri var… Bekleyin.
Palpa adlı kasabanın bulunduğu geniş vahayı kat edip, üstü pist tepelerin güneyinden kıvrılarak önce daha dar yeni bir vahaya ardından uçsuz bucaksız bir çöl arazisine giriyoruz. Yaklaşık 25 kilometrelik bu çöl, Nasca Çizgilerine ev sahipliği yapıyor ama yerden bu figürleri görmek mümkün değil, havalanmak lazım. Çölün rengi de Atacama’nın diğer bölgelerinden değişik; griye çalan bir kahverengi… Ve Nasca…

Nasca, bir çöl şehri olmasına rağmen bir önceki durağımız olan Chinca Alta’ya göre daha derli toplu. Bu derli toplu tabirini olumlu yahut olumsuz anlamda kullanmıyorum. Hatta daha suni olduğunu bile söyleyebilirim çünkü Chinca Alta’nın doğallığı, basitliği ve fantastik görüntüsü burada yok. Yollar asfalt veya parke, binalar(en azından şehir merkezinde) sıvalı ve düzgün işçilikli, dükkânlar kent dokusuna uygun, sokaklarda Chinca Alta’nın üç tekerlekli mototaksileri yerine son model otomobiller dolaşıyor, filan… Apartman türü yapılar görünmüyor, en fazla üç katlı… Plaza de Armas’ı ise gayet düzenli ve ferah bir meydan, banklarda oturup vakit geçirebilirsiniz.

Chinca Alta’dan sonra yine Nasca’da Casa Andina oteller zincirinden birisine yerleşiyoruz. İki katlı avlulu yeni bir yapı, çok lüks olmasa da temiz ve samimi… İnternet sorunu burada da başımızda, insanı sinir edecek kadar ağır bir ağla karşı karşıyayız fakat yapacak bir şey yok, hâlâ Peru kırsalında internet yok diye biliyoruz çünkü.


Saat dörtte Nasca Çizgileri için havalanacağız bu yüzden yarım saatlik bir dinlenmeden sonra Nasca havaalanına doğru yola çıkıyoruz. Burası sadece Nasca Çizgileri için havalanan küçük uçaklara hizmet veren turistik bir havaalanı, hemen şehrin kenarında… Altı kişilik bir uçakla havalanıyoruz. Pilot ve rehber haricinde dört turistiz. Aşağı yukarı 45 dakika kadar çölün üzerinde dolaşıyor ve yüzlerce figürü havadan görüyoruz. Ben gözlerimi dört açmış vaziyette kilometrelerce kare alana yayılmış muhteşem jeoglifleri izlemeye koyulmuşken, Murat, “Daha heyecan verici şeylerle karşılaşacağımızı umuyordum!” diyor. Sesimi çıkarmıyorum, anlaşılan pistlerde uzay araçları filan bekliyordu. Onlar binlerce yıl önceydi diyecek takat yok bende, öyle kaptırmışım kendimi… Jeogliflerin verdiği heyecan bir yana bu çölün büyüleyici bir güzelliği de var ayrıca. Bir de gökyüzünden daha iyi algılanan bölgenin ruhu var, bir biçimde etkileşime giriyorsun. Uçak turu tamamlayıp geriye dönerken Murat’ınkine benzer bir hayal kırıklığına bende uğruyorum. Çünkü asıl önemli iki pistin bulunduğu Palpa’ya kadar gitmiyoruz. Uzak olduğundan belki, ya da binlercesini gördünüz ikisi de eksik kalsın düşüncesinden… Oysa benim gibi kadim Peru tarihi meraklısı için o iki pist çok önemliydi, neyse artık…


Uçuş sonrası Murat’la alışverişe çıkıyoruz fakat öyle umduğumuz türden yerel-etnik dükkan/pazar türünden yerlerle karşılaşmıyoruz. Merkezde tek bir hediyelik eşya dükkânı görebiliyoruz, orijinal sayılabilecek el yapımı eserler var, ilginç ve hoş. Sahibi Türk olduğumuzu öğrenince ilgi gösteriyor, Duman’ın ‘Beni yak, kendini yak, her şeyi yak…” parçasını çalmaya başlıyor bilgisayarında. Peruluların Türklere sempati duyduğu gerçeği bir kere daha aklımızda yer ediyor. Alışverişin ardından dükkan sahibi bize Nasca taşlarından yapılmış anahtarlıklarla, birkaç doğal taş hediye ediyor. Mutlu ayrılıyoruz. Akşam yemeğini ise lüks bir lokantada yiyoruz. Peru yemekleri muhteşem, bunu unutmayın. Ben hayatımın en leziz sebze çorbalarını Peru’da içtim. Hadi ben otoburum, beğenmem kolay olur fakat etobur arkadaşım Murat’ta benimle aynı fikirde olduğuna göre teşhis doğru.

Nasca şehri, dünyaca ünlü çizgiler dışında dikkate değer bir özellik taşımıyor. Tabii daha ne olsun dediğinizi duyar gibiyim, yine de bu kadar kadim özelliği olan bir yerde daha etnik, daha yöresel hatta fazlasıyla ilkel görüntülerle karşılaşmak istiyor insan. Tapınaklar, sunaklar görmek istiyor, tozlu topraklı yollarda, çamur sıvalı evler sıralanmış olsun istiyor… sokaklarda bezgin suratlı insanlar, yorgun lamalar, ürkek genç kızlar dolaşsın istiyor… Velhasıl, Tanrıların izlerini insanlarda, hayvanlarda ve sokaklarda, Nasca’nın her yerinde görmek istiyor. Ama yok, tanrı-manrı kalmamış, gerçekten çok evvel terk edip gitmişler buraları, sadece çöldeki izleri kalmış geride. Üstelik Nasca, çok turist geldiğinden midir neden bilinmez, kentleşemeden modernleşmek istemiş, onu da becerememiş gibi duruyor. Hani köyden İstanbul’a genç bir kız gelir de şalvarını, yemenisini çıkarmadan süslenir püslenir sokağa çıkar ya, öyle bir şey. Bir önceki durağımız Chinca Alta inanın bu konuda Nasca’ya on, yüz basar. Murat’a kalırsa abartıyorum… “Ne yani!” diyor, “Tanrılar geri gelsin diye Nascalılar sunaklara koşup bakire mi kurban etsinler?” Elbette tanrıların bakire kurban istemediğinden eminim sadece ne istediklerinden emin değilim. Kabahat bende biraz, Nasca’ya peşinen ‘Tanrıların Şehri’ kimliğiyle başka türlü hayal etmişim. Kocaman bir susmak düşüyor payıma.
Ertesi sabah yola düşüyoruz tekrar. Bu defa yolumuz epey uzun. Peru’nun güneydeki en büyük kentlerinden Arequipa’ya gideceğiz. On iki saate varan bir yolculuk olacak bu ve tamamen Atacama Çölü içinde yol alacağız. Şu Peru seyahati gerçekleşmeden önce lambadan bir cin çıkıp ‘dile benden ne dilersen’ dese, ‘Atacama’yı baştan sona turlamak’ derdim. Gerçi bu yolculuk onda biri bile değil ama olsun, en fazla görmek istediğim güzergâhta gideceğiz. Google Earth’te az tepmedim o yolları…

Nasca’dan yirmi beş kilometre sonra Chauchilla Nekropol’ü var, rehberimiz Axel’e oraya uğramamızı söylüyorum. Axel, Peru’yla ilgili nasıl bu kadar çok bilgim olduğuna hayret edip duruyor. Biliyorum söylemesem geçip gidecek, çünkü Panamerikan otoyolundan ayrılan toprak bir yoldan gidiliyor ve yolumuzu en az bir saat uzatacak fakat ben oralara kadar gelmişim, bu antik mezarlığı görmeden geçecek değilim. Şoförümüz Alex’de dümeni tali bir yola kırıyor bu esnada…

Toz toprak içinde yol alarak Chauchilla’ya ulaşıyoruz. Burası etrafı kuru dağlarla çevrili bir çöl düzlüğü… Onlarca mezar var, içindeki iskeletler kıyafetleriyle birlikte sergileniyor. Birde kapalı alanda cam fanus içinde diğerlerine göre kısmen daha iyi korunmuş bir mumya var. Nekropolis, yani ölüler şehri… Adıyla uyumlu, etrafa bakınca doğayla da uyumlu… Garip bir ürperti ve hüzün duyuyor insan. Bir de burada neden yaşamış bu insanlar sorusu akıllara takılıyor. Biraz ileride bir vaha var, belki de orada yaşadılar, az olan topraklarını ziyan etmemek için bu çöl düzlüğüne getirilip gömüldüler, kim bilir! “Zavallılar!” diyor Murat. “Kuru bir deriyle beyazlaşmış kemikleri kalmış, devlet hâlâ bedenlerini satıp para kazanıyor…” Haksız da değil, mezarları gezmek için oradaki görevliye 8’er Sol (Peru parası) ödedik. Ben de, “üstelik yoksulluk içinde ölmüş olmalılar” diyerek ironi yapıyorum. Yaşam bir garip, kim anladı ki biz anlayalım, yeniden yollara düşüyoruz…

Nasca-Arequipa arasını uzun uzun anlatacak değilim fakat çölü yararak pasifiğe dökülen akarsuların oluşturduğu vahaların muhteşem ve mutlaka görülmesi gereken yerler olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Ben Atacama’ya doyamadım, saatlerce yol aldık ama gerçekten doyamadım. Zaten bu Atacama’daki son yolculuğumuz… Arequipa’dan uçakla Cusco’ya gideceğiz. Yani And Dağlarının zirvelerine… Ha unutmadan, yol boyu bizim fotoğraf manyağı iş başında tabii, itiraf etmeliyim ki bu paylaştığım resimlerin çoğu onun, hakkını yemeyelim, hatta bir de teşekkür edelim.



Arequipa’ya akşam saatlerinde ulaşıyoruz. Plaza de Armas’ı çevreleyen kemerli tarihi yapılardan birisi otelimiz; Otel Sonesta… Akşamın ışıklarıyla beraber bir masal filminin platosunda olduğumuzu düşündürecek atmosfer var ve büyülenmiş gibiyiz. Odaların modern dekorasyonunu kafamıza takmadığımız takdirde Peru’daki en lüks otelde konakladığımızı söyleyebilirim. Hem gayet hızlı internet de var… Arequipa büyük bir kent olduğu için internet altyapısı sağlam olmalı diye düşünüyoruz. Arequipa’da bir gece kalacağız o yüzden bir an önce etrafı kolaçan etmemiz gerek. Önce meydanı çevreleyen kemerli tarihi yapılarda yer alan lokantalardan birisine giriyor karnımızı doyuruyoruz. Yemekler burada da on numara alıyor bizden. Meydana açılan büyük caddelerden birisi bizim İstiklal Caddesi kıvamında, oraya dalıyoruz. Epey lüks dükkânlar var, hatta Peru’da hiç rastlamadığımız Mc. Donald’s, BurgerKing filan da var. Peru’ya giderken çikolatalarının meşhur olduğu söylenmişti bize, ilk defa burada lüks çikolata mağazaları görüyoruz. Görüp de almamak, alıp da tadına bakmamak olmaz… Gerçekten muhteşemler… Koruyamayız diye çok almıyoruz malum daha tatilimizin ortasındayız. Fakat hata ettiğimizi çok sonra anlayacağız, çünkü gideceğimiz diğer şehirlerde bu kadar farklı çeşitlerle ve lezzetlerle karşılaşmayacağız… O yüzden kulağınızda küpe olsun Peru’nun en güzel çikolataları Arequipa’da ve sakın es geçmeyin.


Bir gecelik Arequipa maceramızdan sonra ertesi sabah Cusco’ya uçmak için havalimanına gidiyoruz. Bu Peru içinde kullanacağımız ilk yerel havalimanı. Aslında ben karayolcuyum fakat Arequipa’dan Cusco’ya gitmenin başka uygun yolu yok. And Dağlarının tepelerine 4.000 metreye çıkacağız çünkü. Havalimanı şehrin dışında olduğu için Arequipa’yı bir de gündüz gözüyle görmüş oluyoruz böylece. Fikrim mi? Geleneksellikle modernliği dozunda harmanlamış kocaman bir kent… Öyle kocaman apartmanlar yok fakat kocaman tarihi yapılar var. Caddeler eskiden kalma belli, dar ve kalabalık. Doğusunda yükselen El Misti Volkan’ı ise adeta kentle bütünleşmiş, kentin masalsı havasına yeterince katkıda bulunuyor. Diyeceğim o ki, Arequipa öyle bir gecelik şehirlerden değil. Birkaç gün kalınması ve sindirilmesi gereken büyülü yerlerden… Buraya çok yakın Colca Kanyonu’da doğaseverler tarafından iyi bilinen ünlü bir milli park…. Biz bir gece kaldık göremedik siz birkaç gece kalın Arequipa’yı keşfedin, biz Cusco heyecanıyla dolu olduğumuzdan Arequipa’ya öksüz muamelesi yaptık, hata ettik…
Sıradaki: İnkaların Başkenti Cusco ve İnkaların Kayıp Şehri Machu Picchu.