2014-09-05_21.28.57[1]
Çinli Fantastik yazar Jiang Nan ile…
Uluslararası Pekin Kitap Fuarı’nın 2014 yılı onur konuğu Türkiye idi. Türkiye Kültür Bakanlığı yazarlar, sanatçılar, gazeteciler ve yayıncılardan oluşan kalabalık bir grupla kelimenin tam anlamıyla Pekin çıkarması yaptı. Türkiye için ayrılan geniş bir alanda yazarlar ve gazeteciler düzenlenen panellerde konuşmalar yaptı, sanatçılar Türk Müziğinden örnekler verdi, ebru sanatçıları, grafikerler eserlerini sergilediler. Türkiye standı Çinliler tarafından büyük bir ilgiyle izlendi. Değişik ülke yayıncıları bir araya geldi, Kültür Bakanlığı çeviri eserler için TEDA Programı çerçevesinde destek sağladı. Velhasıl verimli, eğlenceli ve faydalı bir fuar haftası geçirdik.

Ben de Türk Fantastik edebiyatının temsilcisi olarak panelin birisinde konuşmacıydım. Partnerim ülkesinde çok tanınmış bir yazar olan Jiang Nan oldu ve ikimiz de kendi tecrübelerimizi aktardık. Lafı çok uzatmadan panel konuşmamın metnini yayınlayayım ki bu bloğun  amacı da bu zaten; konumuz, Mehmet Mollaosmanoğlu ve Türk Fantastik Edebiyatı.

“”

-Konuşmama biraz felsefe bilen herkesin kolayca idrak edebileceği bir cümleyle başlamak istiyorum. O da şu; Herkesin gerçeği algıları kadardır… Evet, basit bir cümle gibi görünse de gerçekte epey derin bir kuyudan farksız olan dipsiz bir konu bu. Fakat erişilmez, anlaşılmaz değil. Yalnızca biraz düşünmek gerektirir.

Şuradan başlayalım:

 

Burada beni izleyen sizlerin algılarına göre tam sıfır noktasında bir varlığım, yani hepiniz için ben kürsüdeki adamım ve siz bunda hemfikirsiniz, değil mi?. Oysa dakikalar sonra konuşmamı bitirip bu kürsüden ayrılırken her biriniz için aynı sıfır noktasındaki adam olmayacağım ÇÜNKÜ algılarınız bana bir sıfat belirleyecek ve herkesin hakkımdaki fikri farklı farklı olacak. O zaman şöyle bir sonuca ulaşacağız; kürsüde tek bir adam ve o adamdan salona sirayet eden onlarca farklı fikir…

 

Yeri gelmişken ilk cümlem olan “Herkesin gerçeği algıları kadardır” savını biraz değiştirelim. Şunu diyelim: “Yaşam kürsüdeki adamdır, gerçek ise kürsüdeki adamdan aldığımız etki…

 

Verdiğim örnek aslında öyle çok yadırganacak bir düşünce biçimi değil… FAKAT buna rağmen sıradan insanın, çok düşündüğü veya kolayca algılayacağı bir konu da sayılmaz! Hatta fantastik bir düşünce biçimi olduğunu iddia edenler de olacaktır.

20140827_121730[1]

Fantastik dedik ve burada durduk çünkü geleceğim nokta tam da bu; fantastizm… Evet, şimdi hep birlikte fantastizm ve fantastik edebiyat üzerinde biraz kafa yoracağız.

Ben şahsen, fantastizmin yaşamla bütünleşik olduğunu, ütopik yada distopik olmadığını, AKSİNE yemek-içmek-nefes almak kadar hayatın gereklerinden olduğunu henüz anlayabildim. Daha önceden fark edebilmiş olsaydım benim için yaşamın bütünü daha mı farklı olurdu diye sormanın bir anlamı yok aslında. HANİ, dün elma yemiştim, yoksa üzüm mü yemeliydim gibi gereksiz bir düşüncenin peşine takılmanın bir anlamı olmadığı gibi!  ÇÜNKÜ hayat, kaderle başlıyor, kısmetlerle devam ediyor… İster tesadüf deyin, ister şans sonuçta hepsi kişinin kendi yarattığı kısmetlerle beslenerek yol almaya devam ediyor.

İşte şimdi benim, yani Mehmet Mollaosmanoğlu’nun fantastik hayatından bir kesiti anlatacağım size. Aklınıza yatmazsa tesadüf der geçersiniz, tercih sizin.

Elli yıl önce dünyaya geldiğim küçük Akdeniz kasabası Alanya, bugün Türkiye’nin en ünlü turistik kentlerinden birisi. HER yaz yüzbinlerce Rus ve Avrupalı turist Alanya’ya tatil için gelir… Gece hayatı ünlüdür, upuzun plajları vardır ve sırtını yasladığı Toros Dağları alternatif doğa turizmi için farklı seçenekler sunar. Popüler bir turistik kasabada yaşıyorum anlayacağınız.

Fakat benim çocukluğumda Alanya az önce anlattığımdan çok daha farklıydı,  henüz keşfedilmemiş ve ayak basılmamış küçücük bir Akdeniz kasabasıydı o zamanlar. Televizyon yoktu, radyolar evin tek lüksüydü, bir de kasabanın sinemaları vardı, onlarda da genelde Türk melodramları oynardı. Dış dünyaya açılan tek penceremizin sinema olduğunu rahatlıkla iddia edebilirim. Ha, dış dünya dediğim de Başkent Ankara ve İstanbul… Bugün 9-10 saatte İstanbul’dan Pekin’e uçarak gelebiliyorsak o zaman Alanya İstanbul arası otobüsle 16 saat sürüyordu. Kıyaslayın diye bu parantezi açtım. Öyle olunca dünyanın diğer kentleri hakkında yalnızca gazete ve dergilerde biraz da ders kitaplarında gördüğümüz okuduğumuz kadar bilgimiz vardı.

Sonra bir gün, her zaman Türk filmleri oynatan sinemamıza bir yabancı film geldi. Tekrar ediyorum; yabancı: yani meçhul, yani gizemli… Dün gibi hatırlıyorum, adı: ‘KOLSUZ KAHRAMAN…’ Küçük dünyası olanların hayal gücü de küçüktür ve alışkanlıklarından farklı her görüntü aklında ve ruhunda sarsıntılara yol açar. Bu filmin bendeki etkisi bugünün çocuğunda Güneş Sistemi dışındaki bir gezegendeki yaşamı görmesiyle eşdeğerdi. ÇÜNKÜ hiç alışık olmadığım bir doğa ve sosyal yapı gözümün önündeydi. Çekik gözlü insanlar, ovanın ortasına dev yeşil yumurtalar dökülmüş gibi duran tuhaf dağlar, kat kat sekilenmiş tarlalar ve hiç görmediğim büyüklükte ve yeşillikteki ağaçlar… Evet, hayatımda yeni bir sayfa açan bu film yani Kolsuz Kahraman bir Çin filmiydi…

Sonra bu filmle beraber ülkemde yeni bir akım başladı, Çin filmleri akımı… Muhtemelen bütün Türkiye’de ilgi görüyordu ki sürekli Çin filmleri vizyona girmekteydi.  Fakat benim gibi ücra bir kasabada yaşayan bir çocuk için tek gerçek kasabadaki rutin yaşamdı ve Çin filmleriyle farklı hatta olağanüstü diyebileceğim bir başka hayata pencere açılmıştı, ilgiyle, hayretle, şaşırarak o pencereden dışarıdaki hayatı gözlemlemeye başlamıştım.

Yedi sekiz yaşlarında her erkek çocuğunun bir kahramanı vardır. Bahsettiğim zamanlarda da öyleydi elbette. Tekrar vurguluyorum 1970lerden bahsediyorum. Çizgi roman düşkünlerininki Tommiks, Zagor gibi Amerikan işi kahramanlardı yahut benim gibi babaanneden dededen dinlenen masallarla büyüyenlerinki Dede Korkut, Tarkan, Alper Tunga gibi Türk mitolojisinin kahramanlarıydı. Bu durum benim bakış açımla biraz değişmişti; Artık bir de yabancı olduğum bir coğrafyada havada taklalar atan, garip silahlar kullanan, hiç görmediğim kıyafetler giyen Çinli KOLSUZ KAHRAMAN’ım olmuştu…

Bir gün kafamda bir şimşek çaktı, Kolsuz Kahraman’a bir hikâyede ben yazacaktım ve Çin’e gönderecektim. Benimki en iyisi olacaktı ve mutlaka filme çekeceklerdi! Tabii o zaman Türkiye’den Çin’e otobüs gider mi, giderse kaç saatte gider hiçbir fikrim yok…  Belki de İstanbul’dan uçak vardır, onu da bilmiyorum. Zaman makinesinden de haberim yok hayal kursam… Benimki çocuk aklı işte…

Unutmam mümkün değil, kafamda kurguladığım hikâyem için kırtasiyedeki en pahalı kareli defteri aldım. Kırmızı kapaklıydı ve üzerinde ağzından alev püskürten bir ejderha figürü vardı. İstemsiz seçip aldığım bir defterde bile fantastik bir figür olmasının içgüdülerimin eseri olduğunu ancak bugün anlayabiliyorum. Belirli bir olgunluğa ulaşıp geçmişe bakınca bazı taşları böyle seçebiliyorsunuz işte.

Oturdum Kolsuz Kahraman’a yepyeni bir hikâye yazmaya koyuldum. Bu defa konu yaşadığım Alanya’nın dağlarında geçiyordu ve Kolsuz Kahraman’ı ta Çin’den alıp kasabama getirmiştim çoktan…

Epey yazdım, bir defterin yarısı kadar… Geceleri yatarken hayal kuruyor, hikâyeyi biçimlendiriyor, ertesi gün sabah kalkar kalkmaz okula gitmeden evvel hikâyeme eklemeler yapıyordum. Sonra bir gün babam defteri ele geçirdi ve ‘ders çalışman gerekirken bu abukluklarla mı uğraşıyorsun?” diyerek birkaç aydır emek verdiğim o naçizane eserimi sobaya atarak yaktı.  Günlerce kendime gelemedim, kolumun birisi kesilmiş gibiydi ya da beynimin bir kısmı alınmış… Öyle bir elem…

Çocukluk tabii, bazı kötü travmalar bir şekilde kolayca atlatılıyor. Ebeveynin senin için doğrusunu yaptığını düşünmeye ve hayatın çok da içinden geldiği gibi yaşanmaması gerektiğini filan düşünmeye başlıyorsun fakat yanıldığını illa ki bir gün geliyor ve anlıyorsun. Evet hayat aslında senin içinden geçen neyse ondan başkası değil ve tarladaki darı tohumunun üzerine taş koysan dahi filizin bir yol bulup uzayacağı gibi bastırılmış duygular ve toplumsal kabullerin altından geç de olsa bir çıkış yolu bulunuyor… İşte benim taşın altında kalmış filizim kırk yıl sonra günışığıyla buluştu. Elbette artık Kolsuz Kahraman çocukluk anılarımın içerisinde kalmıştı ve ben içerisinde Çin kavramı olmayan eserler yazmaya başlamıştım.

Çin ve Çinli kahramanın hikâyesi çoktan bitmiş, hayatımdan çıkmış mıydı? Aslında bana göre öyle bile olsa bir fitil ateşlenmişti ve yakıt Çin’den gelmişti. Ateş kısa süre sonra sönmüş de olsa öyleydi. Sonra?

Hayır, Çin’le olan fantastik maceram henüz bitmemiş meğer…

Aylar önce elime bir kitap geçti. Kızıl Darı Tarlaları / Mo Yan. Çin hikayeleri kavramı çocukluğumdan gelen nostaljik bir tat idi ve gariptir bu kitabı elime aldığım andan itibaren o eski fantastik tadı yeniden aldığımı fark ettim. Oysa eser fantastik değildi ama Çin kırsalında ve 1900 lü yılların ilk yarısında geçtiği için gelenekler, sosyal yapı, insan ilişkileri beni yeniden Kolsuz Kahraman’ın fantastik dünyasına çekmişti.

Eserden öyle etkilenmiştim ki kitabın son sayfasını kapattığımda hâlâ Gaomi Kenti’nin Kuzeybatı Bucağı’nın havasını soluyordum, kızıl darı tarlalarında dolaşıyordum ve en önemlisi QİABİNG yiyor yanında darının damıtılmasıyla elde edilen geleneksel Çin içkisi BAİJU içiyordum.

Dilimden dökülen cümle, ‘En kısa sürede Çin’i seyahat planıma almalıyım,’ olmuştu.

Şimdi burada bir parantez açmak gerekiyor. Şahsi fikrim, iyi bir romanın ülke için mükemmel bir tanıtım aracı olduğudur. Filmler fazlaca göze hitap eder ve konunun geçtiği yerlerle ilgili merak unsurlarını yok eder. Hani görmüş kadar olursun. Oysa roman akla ve ruha aynı anda hitap ettiği için insan hafızasında konunun geçtiği ülkeyle ilgili bazı imgeler yaratır bu imgelerin gerçekliğini merak ettirir. Hem de iyi bir romansa beyninin ve ruhunun her bir zerresine işleyerek…

Tekrar Kızıl Darı Tarlaları’na gelecek olursak; kitabın kapağını kapatıp Çin hayalleriyle baş başa kaldıktan yalnızca bir gün sonra Türkiye Kültür Bakanlığı’ndan Pekin Kitap Fuarı’na katılmam için davet maili aldım.

Ne olmuştu? Hani şu meşhur teori var ya, evreni dokuyan enerji iplikçikleri teorisi… Bu yüzden evrende her şey birbiriyle ilişkili olduğu düşünülür. Öyle mi olmuştu? Yoksa şu kişisel gelişim kitaplarının başlıca konusu olan neyi arzu edersen onu tezahür ettirirsin felsefisi mi yürürlüğe girmişti?

Bana kalırsa fizikçilerin düşünceyi evrenin en güçlü enerjilerinden birisi olarak kabul etmelerinin ispatı yaşadıklarım. Heisenberg’in Belirsizlik Kuramı’da durumumu açıklayabilir: Bu kuramın özeti şu: “Bir kavram düşündüğün anda ve yerde vardır, aksi takdirde yani düşüncelerinde yoksa aslında gerçekten yoktur!” Özeti bu cümle işte… Bilim kurgu mu şimdi bu? Yoksa fantastizm mi? Belki de hayatın gerçeği? Hadi bir sekme daha yukarıya çıkalım; bilim-kurgu ve fantastizm denen kavramlar sürekli güncellenen yarınlarımız mı yoksa?

İnsan aklının sınırları var elbette ve hayatla ilgili oluşagelen pek çok tezahürü fark etmemiz olanaksız. Fakat bu fikir yürütmemize engel olmamalı diye düşünüyorum.

O zaman şunu diyeceğim: Fantastizm aslında yaşam dediğimiz organik programın yamalarından birisi, yani İngilizce patch… Malum, yamalar program çalışırken görülmez, program klasörüne bakıp görmek lazım. Pek çoğumuz bunun farkında değil yahut farkında olanlar görmek istemiyor veya görmek istediklerimiz yaşamın içinden daha meşakkatli şeyler; geçim derdi, faturalar, iş hayatı, çocukların istikbali… Bunlar elbette hayatın vazgeçilmez gerçekleri oysa kafamızı çevirip biraz sağa sola baksak bu kadar meşakkatin yükünü azaltacak, düşündürecek hatta eğlendirecek sürprizler göreceğiz. Hayat daha anlamlı olacak.

Söyleyeceklerim bu kadar. Son bir cümleyle veda ediyorum… Okuyalım, çok okuyalım hem de… Fakat her okuduğuna inanan bireyler olmaktan ziyade okuduklarını düşünen bireylere dönüşerek okuyalım. Malum herkesin gerçeği algıladıklarıdır, algılananlar ise birer düşüncenin ürünüdür.

Sevgiyle kalın.    “”

2014-09-05_21.28.09[1]