Fantastik roman yazarlarının işinin diğerlerine göre daha zor olduğuna inanırım. Günlük yaşamdan bir kesiti kâğıda dökmekle hayal ürünü başka bir dünya yaratmak arasındaki fark, duvarın önüne bakmakla arkasını görebilmek kadar derin olmalı. Elbet duvarın arkasını görme üstünlüğüne sahip olmak kendi başına yeterli değil, göremeyenlere anlatabilme yeteneği de gerektirir; işte fantastik yazar tam olarak budur.

Budur da… Gördüğünü/hayal ettiğini anlatamayan pek çok yazar yüzünden birkaç sayfadan sonra kütüphanenin kuytularına kaldırılmış pek çok eser vardır öyle değil mi? En azından ben kendi adıma konuşayım, gerçekten öyle.

Açıkçası Gülşah Elikbank’a ait Siyah Nefes’i de o psikolojiyle elime aldım. İşlevi yalnızca kütüphanemi biraz daha kalabalık gösterecek güzel kapaklı bir kitap olmaktan öteye gidip gidemeyeceğini merak ediyordum. Başlangıç umut verici oldu ve “Kasaba oldukça sessizdi,” diye başlayan ilk cümlenin etkisi kolay hissedildi,  ilk paragrafın sonunda ben de artık o kasabadaydım.

İlk kırk sayfayı atlayamadığım için dostların yana yakıla, sonrası müthiş telkinleriyle bile Olasılıksız’a devam edememiş birisi olarak defolu bir yanım olduğu düşünülürse, ilk paragrafta Siyah Nefes’e dâhil olabilmeme nadir bir başarı örneği olarak bakılmalı. Bu gerçekten böyle; araştırma kitaplarına olan merakım nedense romanlara karşı pek cömert değil. Bu yüzden roman eleştirisi yapmayı çok sevmeme rağmen bahsettiğim nedenlerden dolayı okuyup bitirme becerisi gösterebildiğim roman sayısı yıl itibariyle iki elin parmaklarını geçmiyor.

Neyse, Siyah Nefes’e gelelim tekrar. Kasaba dedik… Lanetli bir kasaba bu ve sakinleri yalnızca gece dışarıya çıkabiliyor. Gündüz saatleri lanetten dolayı tehlikeli, Kader Bulutu adı verilen bir gölge insanların zihinlerini etkileyip delirttikten sonra bir labirente hapsettiği için bir daha haber alınamıyor. (Kitabın ortalarına doğru Kader Bulutu’yla ilgili muğlâklık gidecek, bir kimliği olduğu anlaşılacak)  İşte bu müphem kasabaya, aracıyla kaza yapmış, yardım arayan genç kızımız Nil’in yolu düşüyor. Kasaba halkı, biraz delişmen biraz da başına buyruk bu kızı sahipleniyor. Nil’de kasabayı lanetten kurtarma sevdasına düşüyor. Oysa kasabadan çıkıp gitmemesi için hiçbir neden yok.

Bundan sonra hem olaylar hızlı gelişiyor hem de yeni detayların ortaya çıkmasıyla konu tıpkı bir şampanya gibi köpürerek gözlerinizin önünden akıp duruyor.

Mesela, kısa sürede anlaşılıyor ki aslında lanetli kasaba iki tane, arada bir nehir var ve iki kasabanın halkı birbirine düşman; Süfenkler ve Temenler… Zaten lanet, bu düşmanlık yüzünden başlamış yüz elli yıl önce. Ancak söylediğimiz gibi Nil, başına buyruk bir kız, kural yasak dinlemiyor pek,  uyarılara rağmen kasaba halkı gündüz uykudayken nehrin karşısında buluveriyor kendisini. Sadece karşı kasabayı keşfetmekle kalmıyor, orada aşkı da buluyor aynı zamanda; karşı kasabanın yakışıklı cengâver delikanlısı yirmi üç yaşındaki Kayra… Ha, Nil’de on sekiz yaşında, atlamayalım.

Ve roman aşkla, gizemle, gerilimle akıp gidiyor.

Konudan çok bahsetmek istemiyorum, çünkü sürekli sürprizler var ve hepsini okuyucunun hayal dünyasına bırakmak lazım.

Ancak beni etkileyen bölümlerden bahsetmemek olmaz, yoksa bu eseri okurken aldığım heyecanın içinde boğulabilirim kolaylıkla.

Karşılıklı iki kasabanın düşman halklarının ilişkileri zaten ilgiyi her daim yukarılarda tutuyor olsa da bir mezarlık sahnesi var ki çok etkileyici. Nil kasabanın lanetinin nasıl kalkacağının sırrının ‘Siyah Gül’de olduğunu, onun kasaba mezarlığındaki mezarını bulması gerektiğini öğreniyor ve mezarlığa gidiyor. Huzursuz ruhların sesleriyle dolu, ürkütücü kargaşa dolu bir yer burası. Ruhlarla iletişim kurmaya çalışıyor ve ilk öğrendiği burada insanların yirmi dört yaşına kadar yaşayabildiği oluyor. Sevdiği Kayra yirmi üç yaşındadır… Nil ne yapsın? Elbette kasabaları lanetten kurtarmak için yola çıktığında bundan haberi yoktur ancak artık bu görevden vazgeçme şansı da hiç kalmamıştır. Mezarlık aynı zamanda insanın kendisiyle de bir yüzleşme, geçmişinden hatırlamak istemediklerini ortaya dökme alanıdır. İşte burada ne olduğunu yazmayacağım, Nil’in kendi geçmişinden çok kötü bir hatırası beyninin derinliklerinden filizleniveriyor ve o kahredici günü yeniden hatırlıyor. “Seni kovalayandan kaçabilirsin. Ama içinde koşuşturandan kaçamazsın,” diyor bir ses Nil’in kulağına. Aynı ses devam ediyor, “… Unutma ki her bir an bir diğer anın hazırlığındadır. Yol ayrımlarında yaptığımız seçimler hayatımızın pusulasıdır. O ayrıma gelmeden hayatın pusulasını okumayı bilmeli insan. Yıldızlara bakıp yolunu bulabilen insan, kendi içine bakıp cevapları da bulabilir aslında.” Evet, hangimiz geçmişimize baktığımızda tercihlerimizle ilgili pişmanlıklar yaşamıyoruz değil mi? Mezarlıkta bunu öğreniyoruz işte; “kendine ve bize yardım etmek istiyorsan önce kendi geçmişinle yüzleşmen gerekiyor,” diyor toprağın altından gelen ses… İşte o ses yüz elli yıl önce lanetin başlamasına neden olan Siyah Gül’ün sesidir. Siyah Gül, Nil’e bu laneti nasıl kaldırabileceğini anlatıyor. Ve genç kız için zorlu maraton böylece başlıyor.

Sakın romanı yukarıdaki paragrafta olduğu gibi salt gerilim olarak algılamayın. Nil ve Kayra’nın aşkı tam bir ‘teenage’ fenomeni olabilecek kadar duygu yüklü. Öyle bir aşk ki onların ki ölümden sonra da ayrılmamak için ‘ruh eşi’ olma yemini ediyorlar. Gel gör ki her şey o kadar basit değil; biraz imkânsız bir aşk bu, biraz da bu aşkı kıskanan Nil’in koruması/can dostu kasaba lideri Fimes’e karşı genç kızın saygısı/sevgisinden kaynaklanan tereddütler… Bu arada kasabayı saran lanetin de ölümsüz bir aşkın trajedisiyle ortaya çıktığını belirtelim. Yazar, duygusal kurguda ve diyaloglarda çok başarılı. Aşkların zamana dayanamayıp meşk misali kolayca bittiği günümüzde böyle bir aşk ancak fantastik olabilirdi zaten. İflah olmaz romantikler bana kızacak biliyorum ama ben şahsen birbirleri için can verecek olanların bir süre sonra birbirinin canını almaya çalıştığı ilişkileri bolca gördükten sonra aşka tebessüm edenlerdenim. Yine de böyle aşklar dostlar başına demek en doğrusu.

Aşk, gizem, gerilim dedik fakat kuşkusuz romanı ayakta tutan biraz da kahramanların inandırıcılığı değil midir?  Okur bir süre sonra kahramanlarla duygusal bağ kurabiliyorsa yazar amacına ulaşmış sayılır. Siyah Nefes’te her bir kahraman satırların arasından kolayca ayağa kalkıyor ve bir anda sizin yaşamınıza dâhil olabiliyor. O kadar inandırıcı ki kahramanlar, fantastik bir roman okuduğunuzu bile fark etmiyorsunuz… Eserde ilginç karakterler var ancak beni en fazla etkileyen Rüzgâr Perileri oldu. Birbirinin kopyası, çok güzel üç genç kız, gözleri görmüyor yalnızca sese göre hareket ediyorlar ve asla birbirlerinden bağımsız hareket edemiyorlar. Yalnızca bir sayfada romana dâhil oluyorlar ama unutulmuyorlar çünkü tasvir çok gerçekçi ve etkileyici. Yalnız Rüzgâr Perileri değil, ölümsüz Aneko ile ışık yayan Fimes’de öyle. Küçücük bir kız görünümünde olan yüz elli yaşındaki Bilge Nisa, gerçek bir at cüssesindeki denizatları, yılan başlı muhafızlar, orman cüceleri ve kasaba halkından farklı kişilikler…

Gelelim sona! Elbet romanın sonunu anlatmayacağım; hoş, roman bitmiyor aslında siz mutlu sona doğru gittiğinizi zannederken son anda ortaya çıkan bir gelişmeyle her şey ters yüz oluyor ve son satırlarda Mavi Dağ’da yaşayan İhtiyar Leto adlı birisinin bulunması gerektiği anlaşılıyor. Zaten Günebakan Üçlemesi olarak yola çıkan yazarın ikinci kitabı Mavi Dağ’da okunmaya hazır, raflarda…

Ben bu romandan ne anladım? Bir defa aşkın iyiliğe ve kötülüğe aynı mesafede olduğunu, aşkı için ölmeye razı olmakla, aşkı için tahripkâr bir zırdeliye dönüşmenin garip paradoksunu gayet net biçimde idrak edebiliyorsunuz.  Romanın fantastik kurgusu içerisinde ise ‘Paralel Evrenler’ kavramından yola çıkarak yaşamın aynı anda birkaç ayrı âlemde tezahür edebileceğini, kişinin geçmişle olan bağlarının, algılaması gereken tek âlemin hangisi olacağını belirlediğini ve olağanüstü durumlarda birinden diğerine geçilebileceği dersini çıkarıyoruz.

Son olarak diyeceğim odur ki, ‘Siyah Nefes’ iyi bir fantastik eser. Hikâye etkileyici ve cazibeli… Yazarın anlatımı okuyanı yormuyor.  Ve en önemlisi bitti zannederken sizi ters köşeye yatırıyor ve ikinci kitap ‘Mavi Dağ’ ı almaya mahkûm ediyor. Bana da ‘Mavi Dağ’da buluşmak üzere…’, temennisi düşüyor.