Adalet kavramını üzerinde ne kadar kafa yoruyoruz?

Nasıl olsa hukukçular yasaları hazırlamışlar bu yasalarla da haklarımız korunuyor deyip geçenlerdenseniz aşağıdakileri okuyup kafanızı fazla karıştırmayın. Ancak yaşam üzerinde bolca düşünüp, aslında bu yasaların vicdanları pek rahatlatamadığını dolayısıyla yaşamın bütününe dağılmış başka bir adaletin varlığını fark edebiliyorsanız bu yazıyı okuyabilirsiniz.

Önce kısacık bir hikâye;

Gökyüzü toprağa âşıkmış, toprak da gökyüzüne. Fakat kavuşamazlarmış bir türlü. Toprak hafifçe kımıldamak istese depremler olur, dağlar taşlar yıkılırmış, gökyüzü toprağa doğru yeltense şimşekler çakar toprağa ateş akarmış. Tanrıya isyan etmiş gökyüzü; ‘Karşılıklı bakar dururuz bütün gün ama birleşemeyiz, adalet mi bu?’ diye… Tanrı demiş ki; ‘Yaşamı tasarlarken bir tek adaleti koymadım içine. Koysaydım yaşam olmazdı zaten!’ Gökyüzü, Tanrı’ya biat etmiş, toprağa demiş ki; ‘Kavuşmak uğruna yaşamı yok etmek çok adaletli değil, ancak adalet uğruna kavuşmaktan vazgeçmemiz de adil değil. İşte bu yüzden arada uzanalım birbirimize… Varsın o anda depremler olsun, şimşekler çaksın fırtınalar kopsun. Ne yaşam tamamen yok olsun ne de biz ömür boyu hasret çekelim. Ve herkes bu kadar adalete razı olsun…’ Anlaşılacağı üzere adalet kendi başına net ve yeknesak bir kavram değil, kişiye, zamana, olaya, çevreye ve bakış açısına göre değişir.

Peki; adalet madem yeknesak bir kavram değil ve idrak edemeyeceğimiz kadar pek çok olasılık barındırıyor bünyesinde… Bu gerçek, idrak sınırlarımızın içerisinde var olurken, adil bir sistem kurmak mümkün mü? Ben naçizane fikrimle bunun yanıtının ‘hayır’ olduğuna inanıyorum ve yaşamın bütününe dağılmış adaletsizliği anlatabilmek için rastgele örnekler sıralıyorum şimdi…

Hiç düşündünüz mü, ‘cani’ sıfatını kim gönülden taşımak ister, ya da şehvani dürtülerini frenleyemeyip ‘sapık’ damgası yemek tercih meselesidir denebilir mi? Dahası; yerleşik toplumsal kabullerin dışında yaşayan bir eşcinsel hatta bohem, anarşist olmak? Malum, aykırılık, evrenin doğasında var. O zaman bu çeşitliliği normal-anormal diye ayırmak tabiatın kanununa ters değil mi? Madem kusursuz buluyoruz kâinatın düzenini, işimize gelmeyeni neden reddediyoruz?

Elbette kabullerle kabataslak bir ‘normal’ oluşturulmuş
ve insanların etrafına kural çemberi örülmüş. Bunun gerekliliğini reddetmek mümkün değilse de sorgulamak mümkün. Her şeye rağmen bu kurallara direnen ve yaradılıştan gelen özelliklerini kurallardan üstün tutan bireylerin sorunu nedir? Ya da daha açık sorayım; kuralsızlık bireyin tercihi midir, yoksa kaderi mi? Hatta bilimsel sorayım; insanın kendi tercihi olamayacak genler bu işin neresinde?

Şimdi düşünelim, cani neden canidir? Hayvanlarda ve bitkilerde olduğu gibi bir yaradılış özelliği midir bu yoksa yaşam koşulları mı vahşileştirmiştir onları? Eşcinsellik neden var? Hiç kimse, durduk yere, dışlanma pahasına ‘kendi cinsimi seviyorum’ demez. Onlar itilip kakılacaklarını, dışlanacaklarını bile bile mi eşcinselliği tercih ediyorlar yoksa kaderleri olduğu için mi yaşıyorlar? Bazısı neden kurnaz, bir diğeri saflık derecesinde iyi niyetli… Daha pek çok örnek sıralanabilir böyle ve hepsi kolayca ‘toplumdaki anormallikler’ başlığıyla listelenebilir…

Normal nedir peki?

Bakıp düşündüğümüzde evrenin normali-anormali yoktur diyebiliriz. Kuşkusuz evren bir bütün; hem de güzeliyle-çirkiniyle, neşesiyle-kederiyle, nariniyle-vahşisiyle, iyiliğiyle kötülüğüyle… O zaman kurallar koyarak dünyevi sistem oluşturmaya devam mı etmeli yoksa bu haliyle yaşamı kabullenerek her şeyi evrenin ilahi adaletine mi bırakmalı? İşte kuyunun ağzı tam burası…

Kuyunun derinliklerine inip bakmak lazım aslında, bir yandan da bu kuyuya insan idrakinin yetmeyeceği gerçeğiyle nasıl başedileceğini de düşünerek… Tam burada yaman bir çetrefille sarılıyor insan. Ancak yine de kıyas yapmadan duramıyor. Birisini öldürme güdüleri taşımayan, bir katil gibi düşünemez elbet, ‘cani’ olarak damgalar. Cinsel tercihleri kabul edilen gibi olan bir insan eşcinselliği pek anlayamaz, ya ‘hasta’ yahut ‘sapık’ der geçer. Aksi bir insan, iyi niyetli pozitif bakışlı birisi için kusurludur ya da tam tersi öbürüne göre iyi insan saftır. Kuyunun içine girip bakmak bu yüzden zor, sadece kuyunun ağzından görülebilenlerle kabataslak şekiller çizilebilir belki. Fakat şu düşünce akla yatkın; kuyunun gizemi, vahşi bir kaplanla, uysal bir koyunun yaratılış özellikleri misali yaşamın küçücük veçhelerinde gizli olmalı. İşte bu gizemi anlayabilmek, kabullerin boğduğu beyinle değil, yürekle mümkün zorlu bir idrak ister. Belki o zaman, doğaya ve doğala ne karşı gelinebileceği ne de adalet sağlanabileceği idrak edilebilir.

Kuşkusuz tüm bu kafa karıştırıcı detaylara rağmen sonuçta evrenin ve erdemin gerçek adaleti her daim her yanda cereyan edip duruyor. Yalnızca insanlar anlamıyor yahut dikkat etmiyor. Gerçek olan şu; yeryüzüyle beraber sistemin yasaları da batacak bir gün, ancak ilahi adalet hep var olacak. Şu da var, adaletsizlik yaşamın özünde ve bu aykırılık şimdilik sadece vicdanlarda çözümlenebilecek. Tam burada ne yapılmalı sorusu sorulabilir. Aslında basit; Dostoyevski’nin dediği gibi, ‘Doğru bir insan olsaydım karşımdaki suçlu belki de hiç olmayacaktı’ diye düşünmeli muhataplar…

O zaman şöyle bir mantık yürütülebilir; nasıl zehirli bir çiçeğin cezası yoksa vahşi bir kaplanın hatta doğal afetlerin…
Fakirliğin ve de çirkinliğin hesabı sorulamıyorsa adaletten bahsetmek doğru olmaz. Adalet yoktur, asla da olamaz, yalnızca yaşamı düzene sokmak için insanın koyduğu kurallar vardır ve buna yasa denmiştir. Yasalar her zaman adalet sağlamaz!

Hemen bir karşı tez yürütülecek olursa, bu işi haz alarak yapan psikopatlar var, çocuklara göz koymuş caniler var, seri katiller var, diye itiraz edilebilir.

Peki buna karşı şu teze ne demek lazım: Vahşi kaplanlar var, sokan yılanlar, aç kurtlar hatta zehirli mantarlar bile var… E hadi bakalım, becerebiliyorsa bir yasa da bunlar için hazırlasın hukukçular. İnsanoğlu korumayı ve korunmayı bilecek,
tedbir alacak. Nasıl sağlığı için tedbir alıyorsa, tehlikelere ve
tuzaklara karşı da tedbir alacak. Orman tehlikeliyse girmeyecek, su derinse yüzmeyecek, emniyetli kaldırımlarda yürüyecek. Böylece normali suç işlemeye yatkın olan herhangi birisini suça teşvik etmeyecek, bu teşvikin suçunu da üstlenmeyecek. Bu yüzden hukuken mağdur olan kişi de aslında hukuken suçlu kabul edilen kadar kabahatlidir.

Kafalar karıştı kaldı mı? Karışacak tabii, evreni ve evrensel yasaları anlamak kolay değil. Nasıl iyi ve kötü kavramları bir bütünse doğru ve yanlış kavramları da bir bütün… Dolaysıyla insan aklı ve gücüyle adalet sağlamanın mümkün olmadığı iddia adilse de mevcut adalet sistemlerinden vazgeçirecek bir başka yol da gözükmüyor.

Yine de tartışmasız herkesin kabul edebileceği, net biçimde tanımlanabilecek bir adaletsizlik daha var ki o da kişinin kendi aklıyla yarattığı, artık tehlikeli bir suç unsuru haline gelerek her yere kol kanat germiş, nefeslere sinmiş, dillere yerleşmiş; para… Paranın bir Deccal gibi kötülük kaynağı haline geldiği günümüzde, adalet temsilcileri olan hukukçuların sistemi yeni baştan gözden geçirmesi gerekmiyor mu? Paranın yasaları nerede eğip büktüğünü tespit ederek, adaleti, adaletsiz yapan unsurları ayıklamak, vicdan yangınlarını önler. İşte bu yüzden, Tanrı’nın yaşama bahşetmediği adalet ki, ‘Kutsal Adalet’ demek mümkün; eğer yaşamın ötesinde bir yerlerde tezahür edip duruyorsa, benliklerin kuytularına itilmiş vicdanların fark edilip eğitilmesinin, insanlığı yok eden tuhaf acibe bir sistemi beslemekten daha önemli olduğu aşikar değil mi?

Bu vesileyle herkesi, Kutsal Adalet’i yazılamayan ve okunamayan asıl yasa olarak kabul edip bilinçaltlarını yoklamaya davet etmek gerekiyor. Son sözüm şu; adalet sağlayıcıların da kâinatın mutlak düzeninden kaçamayacağı, ilk ve asıl şerait olarak evrensel yasaların anlaşılması gerektiği, dahası, kalem kıran yargıca da kalem kıracak bir başka ‘kutsal yargıcın’ var olabileceği asla unutulmasın…