Yaşım on ikiydi. Yaşadığım Akdeniz kentinden ilk defa dışarı çıkmıştım.
O yolculuğun sonunda, sabah vakti Selimiye Kışlası’nın yanından Harem’e inen anayolda, önde Boğaz, arkada Sarayburnu canlı-kanlı önüme dikiliverince, bütün gece süren otobüs yolculuğumda beni uykusuz bırakan İstanbul’u ilk defa görecek olmanın heyecanı da sıfırlanıverdi. Heyecan coşkuya dönüşmüştü çünkü. Rüya gibiydi her şey. Gazetelerde dergilerde gördüğüm, filmlerde izlediğim erişilmez zannettiğim kent göz hizamdaydı. Çünkü bana göre İstanbul Sarayburnu’ydu… Camiler, saraylar, köprüler ve elbette Boğaz’dı İstanbul tarifi bende.
Yanımda babam vardı, onun işleri için gelmiştik. Sirkeci’deki Meserret Oteli’nde konaklayacaktık. Bu da İstanbul gibi içimi titreten bir efsaneydi. Zira babam her İstanbul seyahati sonrasında kaldığı bu otelden bahsederken ben onu alıp hafızamın en nezih köşesine yerleştirmişim farkında olmadan. Bu ilk hayal kırıklığımı hiçbir zaman unutmayacağım. Zira o efsane olan şey, bir köşe başında kasvetli ağır mimarisi ve gri rengiyle eski bir yapıydı. Bu benim hayallerimdeki Meserret Otel olması mümkün değildi. Yine de bir umut vardı, içinin dışına benzemiyor olabileceğine dair… Ancak, kocaman-hantal yatakları, barok desenli yatak başlıkları ve açık mavi duvarlarıyla nem kokan odasına ayak attığım anda coşkuya dönüşmüş heyecanım da söndü, tuhaf bir ruh sıkıntısına düştüm. Korkmuştum, ya İstanbul’da böyleyse diye. Kocaman-hantal-barok-küf kokan bir İstanbul! İnsanoğlu hayalinde yaşattığını bulamazsa, kendini kandırılmış-aldatılmış hisseder ya, ben kandıranın da kandırılanın da kendim olduğu duygusuyla iki kere azap çekecektim.
Eminönü-Şehzadebaşı-Çemberlitaş üçgeninde dolanan babamın iş hattı hafızamdaki İstanbul resmini tamamen yok etti gitti. Eski yapılar, ibadethaneler, türbeler ve arabesk desenli pik çerçeveli mezar duvarları arasında başıboş bir ırmak gibi akan insan ve araç seli. Yardımcı olmayan, soruları yanıtlamayan asık suratlı insanlar… Havada alışık olmadığım bir is ve kömür kokusu, ıslak-nemli-çamurlu kaldırımlar… O efsanevi Boğaz ise, Eminönü’nden gördüğüm kadarıyla, başıboş dolaşırmış gibi görünen bir sürü insanın arkasına yerleştirilmiş ‘çirkinlik kıran’ bir fon sadece. Resimlerde muhteşem görünen Galata Köprüsü’nün eski ve pis bir demir yığını olduğunu fark etmemle koca bir efsane çöktü gitti. Geri döndüğümde İstanbul tarifi kolaydı artık. Kocaman-hantal-barok-küf kokan bir kent… Peri masalı bitmişti.
İlerleyen yıllar insan algılarını değiştiriyor, işin içine tecrübe de girince çocukluğun saf ruh hali, yerini mantığın egemen olduğu bir başka bakış açısına bırakıyor. Beyin kıvrımlarıma yer etmiş İstanbul ile ilgili ilk deneyimim, izi kalmış bir nasır gibi hâlâ mevcut. Oysa şimdi seviyorum İstanbul’u. Çocukluğumda üstüme üstüme gelmiş eski gri apartmanlara şimdi korunması gereken mimari eserler olarak bakabiliyorum. Camilerin ve diğer ibadethanelerin mermer oymalarına, pik çerçevelerine, sövelerine insanoğlunun becerideki sınırsızlığını düşünerek hayranlık duyuyorum. Caddelerden akan insan seli ise artık bana göre hareket-bereket… Küf kokusuysa ya kalmadı ya da ben kanıksadım. İstanbul’u sevmeme neden olan farklı onlarca faktör daha var ama ben çocukluğumda bana travma yaşatan o nasırın izini sürmek istiyorum.
Birkaç yıl önce bir bayram tatilini fırsat bilerek ailecek gelmiştik İstanbul’a. Her yeri gezdik… Sonunda altı yaşındaki küçük oğlum “Ben İstanbul’u sevmedim,” deyiverdi. Nedenini sorunca da, “İnsanları köylü!” diye bir yanıt verdi. Bizde pek şehirli sayılmazdık, sonuçta aslımız neslimiz bir Anadolu kasabasındandı ve halen de orada yaşamaktaydık. Küçük bir çocuğun aklıyla ‘köylü olmak’ nasıl bir şeydi acaba? Kaba-saba bakımsız ve çirkin insanların köylü olduğunu anlattı kendi ifadeleriyle. Bu durumun köylülükle değil kültürle alakası olduğunu izah ederken, yıllardır kafamı tırmalayan sorunun yanıtını da artık bulmuştum; Kente kimlik kandıran öncelikli faktör ‘insan’dı.
O anda, geçmişten bir İstanbul anısı hafızamın derinliklerinden öne fırlayıverince taşlar yerine oturdu.
İstiklal Caddesi’nde kaldırıma masa atmış büfe-cafe karışımı bir mekânda bir şeyler içerek dinleniyordum. Daha çok gençler vardı etrafta, yanımdaki masada tek başına oturan beyaz saçlı çok yaşlı bir kadın dikkatimi çekti. Asil ve mağrur görüntüsüyle o eski İstanbul hanımefendilerinden biri olabileceğini düşündüm. Bir başka masada oturan dört genç adamın başka arkadaşları da gelince garsondan masa eklemesini istediler ama garson, olmadığını isterlerse içeride oturabileceklerini söyledi. Bir masayı tek başıma işgal ediyor olma rahatsızlığı duyduğumdan kalkmaya niyetlenmiştim ki, genç adamlardan birisi bahsettiğim yaşlı hanıma dönerek kaba bir şekilde; “Hanım abla, sen şu arkadaşın yanına geçiver,” diyerek beni işaret etti. Kadının yüz ifadesi değişti, utandı, belki de böyle bir hitap şekliyle aşağılandığını düşündü. Onlara benim masamı alabileceklerini söyleyerek, yerimden kalktım ve o hanımdan yanındaki boş iskemleye oturmak içim izin istedim. Kadın gülümsedi ve bundan mutlu olacağını söyledi. Bir süre sohbet ettik. İşim vardı, dakikalar sonra tekrar izin isteyerek kalktım masadan. Kırışık yüzünde bir şahininki gibi keskin bakan matlaşmış bir çift gri gözdeki hüznü gördüm o anda. “İstanbul artık kocaman bir köy… Sizin oralar Avrupa, burası taşra oldu…” dedi.