‘Doğu’ kavramının uyandırdığı olumlu-olumsuz bir yığın karmaşada hep boğulduğumu ama nedenini düşünmediğimi fark ediverdim kitabın ilk sayfalarında…
“İnsan beyni ne tuhaf çalışıyor. Zihnime çaktırmadan çorak, karanlık bir Sivas çizilivermiş de haberim yok. Sevimli, yeşillikli aslı suretine uymadı…” cümleleri, o nedenlere doğru beni çekerken, kitap da sardı sarmaladı ilk sayfadan itibaren…
‘Batı Doğu’dan Başlar’ adı… Ama bu yumurta-tavuk paradoksu değil. Çünkü, “Batı mı Doğu’dan başlar, yoksa Doğu mu Batı’dan?” deme hakkı bırakmıyor size Mebuse Tekay. Neden bırakmıyor? Aşağıda…
Fotoğrafevi’nin İstanbul’dan kalkıp Katmandu’ya giden sarı otobüsü Türkiye dahil beş ülke sınırları içinde yol alıyor. Sınır deyince; “Bunu kim icad etti?” diye soruyor yazar. “Bir çizgi halkı nasıl ayırır, bunun için nasıl savaşılır, nasıl kan dökülür?” diye devam ediyor. Ve öldürücü vuruşunu yapıyor… “Bu coğrafi sınırları çok önemseyenler, genellikle bireyin sınırlarını hiç önemsemez, saldırıp dururlar,”
İşte, ırk-dil-din gibi kavramlardan öte, ‘insan’ olmanın en önemli faktör olduğunu idrak edebilmiş bireylere hasret duyduğum bu günlerde,  Mebuse Tekay’ın düşünceleri çorak toprakta beliren bir filiz gibi ısıtıverdi ruhumu. Çoraklığı örtecek ne kadar filiz lâzım olduğu hesabına girmeden…
İran’lı kadınların bütün baskılara rağmen nasıl da hayatın içinde olduğunu öğreniyoruz ilerleyen sayfalarda. Bir de çok güzel olduklarını… Pers İmparatorluğundan kalan izler olduğunu düşünüyorum bu durumun. Irksal özelliklerinin günümüze kadar gelmiş yansımaları yani… Ari ırkı o eski tarihlerde burada boy vermiş, iklim dengelerinin bozulmasıyla bir kısmı önce daha Kuzey’e, sonra Avrupa’ya yayılmış. Batı’nın Doğu’yla ilk ilişkisi muhtemelen bu göç dalgaları… Önasya toprakları da Sami ırkına kalmış böylece.
Pakistan’da ise İran’ın tersine hiçbir baskı yokken kadınların ortada görünmediğini öğrenince, dinlerin mi bireyleri yoksa bireylerin mi dinleri yönlendirdiğini düşüncesine kapılıyor insan. Bu da bir yumurta-tavuk paradoksu değil belki ama, bir Ari-Sami paradoksu olabilir!
Batı’nın gerçekten başladığı yer Hindistan olmalı… Yazar da bunu ima ediyor. Tanrılar önce burada kimlik bulmuş, Sümerler’de şekil ve ad değiştirmiş ve nihayet ‘Tek Tanrı’ hepsine silgi çekmiş… Ama yine de şaşırtıcı, şok edici dini-sosyal kurallar çerçevesinde Hindistan’a bakmanın evrene bakmak gibi bir şey olduğunu anlatıyor özetle. “Hindu dini ve kast sistemi eşitsizliği baştan kabul ediyor,” cümlesi bu konunun çekirdeği. Evrende eşitlik yoktur. Ne vardır? Farklı deneyimler… Hinduizm’de ki yeniden doğuş felsefesinin özü bu mu acaba?
Yazar Babil, Mısır, Pers uygarlıklarının bıraktığı kültür mirasını ortaya çıkaranın Batılılar olduğundan ve Doğulular’ın Batı’yı merak etmediğini, tam tersi Batılılar’ın hep Doğu’ya gelerek ‘çaktırmadan’ bu mirası toplayıp götürdüğünden bahsediyor. Katılmamak mümkün mü?
Sonlara doğru Batı ve Doğu’nun birbirini anlama temennisi var yazarın. Diyalogdan ve hoşgörüden bahsediyor. Ondan önce de diyor ki; “Batı kültürleri bireyi ve özgürlüğü, Doğu kültürleri ise uyumu ve itaati önemsiyor..” Bu cümleden bir tek kelimeyi alıyorum: itaat. Sınırları çizdiren, düşünceleri dikte ettirmeye çalışan, özgürlükleri kısıtlayan itaat… İtaat edilen şeyde hoşgörü yoksa, bireyin özgürlüğünü kabul etmiyorsa zaten tek taraflı örülüyor duvarlar… Karşı taraf da bu duvarları yıkamıyor.
Okudukça insanın düşünme hacmi genişliyor, yeni bir şeyler öğrenirken de sorgulamak zorunda kaldığı bir takım kabullerin muhasebesine girişiyor.
Anlaşıldığı üzere salt bir seyahat kitabı değil bu.
“Ruh bedenden büyüktür,” diyen ruhsal bir yolculuğun da kitabı aynı zamanda… Ya da uygarlığı sorgulayarak sosyal analizler yapan kişisel gelişim kitabı, hatta yazar Müslüman olduğu için, Petersburg’ta gördüğü terörist muamelesini anlattığı bölümler için de bir anı kitabı. Ve Hinduizm’den, Budizm’den bahseden felsefe kitabı…
O zaman son söz şu olsun; Batı Doğu’dan başlar, ya Doğu nereden?…