MÖ 1300’ler olası tarih. Yer; Doğu Akdeniz’in kuzey kıyılarında küçük bir sahil kenti (Bugünkü Alanya). Üç ayrı lisanda üç farklı adı var. Latince adı Coracesium. İlk iki hecesi Cora,” el değmemiş-bakire” demek. Cesium ise “gökyüzü mavisi” anlamında. Bir başka kaynak bu kelimeyi gökyüzünün ‘altın rengine çalmış gri hali‘ olarak çeviriyor. Ve bu daha mantıklı geliyor. Çünkü atom numarası elli beş olan sezyum (Latince adı cesium) madeninin rengi de “griye çalan altın”. Bu durumda kesin olan, Latince adının “Gökyüzü Altındaki El Değmemiş Şehir” anlamına geldiği… Tabii bu gökyüzünün rengi “mavi” mi, yoksa “griye çalan altın” mı biraz karışık, ama tarihi bir olay ışığında bu bilmeceyi çözmek mümkün görünüyor. Fakat daha önce kentin diğer adları üzerinde, biraz daha kafa yormada fayda var:
Eski Yunancada Korakession deniyor bu kente, Luvi dilinde (Anadolu’da ilk kullanılan dil – Luwi) ise Korakassa olarak adlandırılıyor. Kora, her halükârda Cora ile aynı anlamda, yani “el değmemiş”. ‘Kession’ ya da ‘kassa’ kelimesi üzerinde biraz araştırma yapınca ilginç bir sonuca ulaşılıyor:
MÖ 2200’lerde Yunanlılar, Anadolu’da aniden ortaya çıkan bir halka Kosseanlar adını veriyor. Anadolu’nun yerli halkı ise aynı topluluğu, “Kalay Diyarından Gelen Halk” anlamında Kasiteler diye adlandırıyor. Elimizde çok fazla belge bulunmayan bu halkın Coracesiumlular olması çok kuvvetli bir olasılık gibi görünüyor çünkü Coracesium kentine yerleşimin başlaması da aşağı yukarı bu tarihlere denk gelmekte. Üstelik, Kosseanların kentinin adının Korakession olması Yunanca dil yapısına da aykırı durmuyor. Bu durumda bir Coracesium-kalay madeni bağlantısı ortaya çıktığı iddia edilebilir.
İlginç bir bağlantı da aynı dönemde Anadolu’ya yerleşen Hititler’de görülüyor. Hititler ile Kosseanlardan geriye kalan belgelerden anlaşılıyor ki, yazı stilleri aynı. Yalnız dikkat edilmesi gereken bir durum var. Kosseanlardan tam iki yüz sene sonra, yani MÖ 2000’lerde Anadolu’ya geliyorlar. Bu durum, Hititlerin, Kossean yazı stilini almış olma ihtimalini doğurduğu için söz konusu yazının imtiyaz sahibi de “Kalay Diyarından Gelen Halk” oluyor. Bu stil bildiklerimizden farklı; sağdan sola, sonra soldan sağa, tekrar sağdan sola. ‘Tarla Sürme Tekniği‘ deniyor buna. Bunu zihnimizin bir köşesine atalım.
Kosseanlar ya da öbür adıyla Kassitelerin kalay diyarından gelen insanlar olduğunu söylemiştik ya, kalay madeni çok önemli o devirlerde, zira bakırla karıştırılıyor ve bronz elde ediliyor. Bronz ise Mezopotamya kültüründe en önemli alaşım. “Bronz Çağı” da buradan geliyor zaten. Bronzun rengini bilmeyenlere hatırlatalım; “griye çalan altın”.
Bu kalay mevzuunu da unutmayalım. Şimdi başta sözünü ettiğimiz tarihi olayı anlatmaya başlıyoruz: M.Ö-1300
Coracesium’da sıradan bir gün. İnsanların gündelik faaliyetlerini sürdürmesine yardımcı olacak ılık bir Akdeniz sabahı… Akdeniz’in karşı kıyısında Mısır topraklarının kuzeyinde ise sıra dışı bir güne başlanıyor. Tam kırk yıldır Sina Çöllerinde dolaşan İsrailoğulları, Kenan Diyarı’na girmişler ve Eriha’nın güçlü şehirlerini ele geçirmişler. O topraklarda yaşayan Amor Kralları İsrailoğullarına karşı koyabilmek için birlik olup Ayalon Vadisi’nde büyük bir savaşa başlamışlar. İsrailoğullarının Kenan güçlerini kovaladığı işte bu gecenin sabahından itibaren, şiddetli bir dolu yağışı ortalığı kasıp kavurmaya başlıyor. Bu öyle bir doludur ki, büyük buz taneleri her iki kesimde de, kılıçların öldürdüğünden daha fazla can kaybına neden oluyor. Üstelik gökte tek bir bulut olmadığı gibi, GÜNEŞ de olduğu yerde sabit durmaktadır. Savaşın ve buz yağmurunun altındaki askerler olayın vahametine tepki verecek durumda değiller muhtemelen ama, Coracesium’da yaşayan yerli halk, sokaklara dökülüp avaz avaz bağırarak günahlarını itiraf edip Rablerine dua ederek kurban kesmeye başlıyorlar. Bir yandan da ağlayıp ağıtlar yakıyorlar. Ve yaklaşık yirmi saat sonra, nihayet güneş yerinden kımıldayıp batıya doğru rutin hareketine devam ediyor. Yorgun, perişan halk evlerine geri dönüyor ama, korkunun ve endişenin ruhlarında açtığı yara ne yazık ki kalıcı olacaktır.
Aynı saatlerde Güney Amerika.., And Dağları tepesinde yaklaşık dört bin metre rakımdaki başka bir küçük yerleşim birimi, adı Allaanyay… Kent halkı uykuda ve nedense sabah olmak bilmiyor. Sonunda birisi, bir türlü şafağın sökmediğini anlayıp herkesi ayağa kaldırıyor. Halk panik halinde tanrıları Viracocha’ya kurbanlar kesip dua etmeye çalışıyor. Çığlıklar ve ağıtlar devam ederken, saatler sonra GÜNEŞ doğudan yükselmeye başlıyor. Yorgun ve bitkin halk bu korkuyu ömür boyu ruhlarında taşıyacak şekilde evlerine geri dönüyor.
Yaşadıkları aynı korkunun kalıcı etkilerini uzun süre taşıyan bu iki halkın tek ortak noktası ruhlarında taşıdıkları izler miydi? Bu yazının sonunda yanıtın “hayır” olduğunu anlayacağız, bu yüzden başka bir soru soralım şimdi:
Neler olmuştu böyle?
Olayın bilimsel açıklaması var elbette, merak edenler Zecharia Sitchin’in ‘Kayıp Diyarlar’ adlı eserine bakabilir ama biz kısaca mitolojik belgelere göz atacağız.
Eski Ahit’teki Yaşar Kitabı’nda, Rab’bin İsrailoğullarının savaşı kazanması için düşmanların üzerine dolu yağdırarak güneşi havada tuttuğu destansı bir biçimde anlatılır.
Güney Amerika halk efsanelerinde ise, Titu Yupanqui Pachacuti Hükümdarlığı’nın üçüncü yılından itibaren, ahlaksızlık ve vahşilik iyiliğin üstüne çıktığı için, tanrıların gazabına uğranıldığından ve bir gün boyunca şafağın sökmediğinden bahsedilir.
Birbirini doğrulayan bu iki belgeye, tuhaf bir tesadüf mantığıyla bakılabilir mi?
Kuşkusuz, Coracesium’da güneşin yerinden kıpırdamadığı gün, Allaanyay’da gecenin bitmediği gündü.
Coracesium’un kelime analizini yapmıştık. Şimdi de güneşin doğmadığı yerdeki kent olan, Allaanyay adını inceleyelim: Yöresel Quechua Dili‘nde Alla, yeryüzü parçası demek. Anyay ise, kazılan, soyulan yer anlamına geliyor. Bu durumda Allaanyay, kazılan yer-yüzü parçası demek oluyor. Peki neden kazılıyor bu topraklar? Çünkü dünyanın en büyük kalay ve bakır madenleri burada. Aynı zamanda Eski Ahit’in Eyüp Kitabı’nda, külçelerin geldiği “Kalay Diyarı” olarak tarif edilen yer de tam olarak Allaanyay’ın bulunduğu And Dağlarının zirvesi…
En başta sözünü ettiğimiz bilmeceye dönelim şimdi. Akdeniz’deki Coracesium halkının kalay kentinden geldiği söyleniyordu ya; o kalay kenti Allaanyay olabilir mi diye düşündüğümüzde mesafenin uzaklığını kafaya takmazsak ipuçları epey sağlam görünüyor. And Dağlarında yaşayan halkın yazı stilleri de tuhaf, tarla sürme tekniğinde. Tıpkı Kosseanlar’ınki gibi. İlk başta tereddütte kaldığımız “cesium” kelimesinin, “griye çalan altın rengi” olduğu da kalay bağlantısı nedeniyle artık daha belirgin… Böylece, Dünyanın ters köşesinde adı Allanyay olan, kalay-bakır madenlerinin tam göbeğindeki bir kent ile nasıl olduğu belli olmayan bir bağ ortaya çıkıyor. Ve günümüzde bu bağ, tuhaf bir şekilde daha da sağlamlaşıyor.
Çünkü Coracesium’a artık Alanya deniyor, And Dağlarının tepesindeki Peru kasabası Allaanyay da günümüzde Alanya adını taşıyor…
Coracesium’un sonradan Aleaddin Keykubat tarafından ‘Alaiye’ adı verildiğini, Atatürk’ün ise Alaiye’yi “Alanya” yaptığını biliyoruz. Hani Atatürk Türklerin kökenini araştırsın diye Güney Amerika’ya Tahsin Mayatepek‘i göndermişti ya… Bu bağlantıyı tam seksen yıl önce Atatürk de farketmiş olmasın!
“Ata Mezarlığı – Mehmet Mollaosmanoğlu” adlı kitaptan
Çok tatlı bir yazı olmuş, çok keyifle okudum
BeğenLiked by 1 kişi