Delikanlı bıçağı sımsıkı tutarak merdivenden ağır ağır indi.

Hafifçe gıcırdayan ahşap basamaklardan gelen ses, yerde yatan yaralı teröristin inleyen sesinden daha fazla keder doluydu şimdi. Bastığı her basamak bataklıktı sanki yutuverecek… Ev ise bataktaki bir lâhit… Ahşabın hüzün veren gıcırtısı bittiğinde duyguları da bitti, bataklık çöl oldu yüreğini kuruttu; leş sadece birkaç adım ötedeydi!

Bıçaklı elini hızla kaldırdı. İpek kumaş yırtılıyormuş gibi bir ses çıktı havada, kulaklara dolan o kadim müziği deldi geçti… Koluna hücum eden kanın şehveti, Bereket Tanrısının arzularıyla dolup başka kanlara doğru aktı. Ahşap tavanlar ile oda kapılarının koyu kahverengi sıcaklığını kıran beyaz duvarların rengi kırmızıya döndü. Kinin bulandırdığı kan parmaklarını sardı bir zehir gibi ve bıçak vücudunun bir parçası oluverdi.

Bedeninin üst kısmını biraz daha havaya kaldırdı, mesafe ne kadar uzun olursa etkisi de o kadar şiddetli olur diye. Fizik dersinden biliyordu bunu; kuvvet çarpı kuvvet kolu…

Teröristin bıçağa değil kendi gözlerine baktığını gördü o anda. Onun gözlerinde ise kendini, bir caniyi gördü, bir cellâdı…  Oysa korku filmi izlemezdi, çok kan akıyor diye.

Terörist artık bileğini tutmuyor, inlemiyordu. Kana bulanmış yüzünün ortasında bir çift kara göz, saç tellerinin arasından öylesine duygusuz robot gibi bakıyordu kendisine. Tıpkı Kurban Bayramlarında babasının kestiği körpe keçinin başı düştükten sonra, boynundan fışkıran kanın yüzünü kapladığında açık kalan simsiyah gözleri gibi… Bu yüzden uzun süredir et yemiyordu zaten? Annesi de yemezdi.

Koluna hücum eden kan çekildi, bileği güçsüzleşerek bıçağın ağırlığı altında ezildi, sonunda kolu aşağı düştü. Bıçak ahşap döşemeye çarparken tok bir ses çıktı, ardından silsile halinde metal zıngırtısı duyuldu, en son sesler tavanda yankılandıktan sonra bir tek o yürek burkan nağme kaldı…

Yerdekinin şaşkın bakışlarına aldırmadan, duvarda asılı küçük ecza dolabına doğru koştu…

****      ****     ****

Geceler, sırlara ve gizemlere pencereler açar, gündüz ise penceresiz odalara hapseder… Gerçek ne tarafta? Odanın içinde mi, pencerelerin öbür tarafında mı?

****      ****     ****

Tarih öğretmeni Anadolu’yu, binlerce yıldır pek çok ırkın gelip yerleşerek harmanlandığı topraklar olarak anlatmıştı ve o buna inanmıştı. Yüzeysel bile bakılınca gerçek buymuş gibi görünüyordu çünkü. Gerçi babası dini ve milli sınırlar çizen, etrafındaki insanları buna göre değerlendiren bir adamdı. Bu toprakları kan dökerek korumuştu ataları ve gerekirse yine kan dökülerek sahip çıkılacaktı. Öncesi, sonrası yoktu, kim canı pahasına korumuşsa, ülkenin söz sahibi oydu. Böyle hiddetlenirdi konu açılınca… Kan! Hâkimiyet için dökülen ve dökülecek kan… Oysa “Hâkimiyet sadece Yaradan’dadır,” derdi annesi. “Bir gün gelecek, insanlar birbirileri üzerine hâkimiyet kurmaları için harcadıkları çabayı, Yaradan’ı anlamak için gösterdiklerinde aslında her şeyin ve herkesin onun bir parçası olduğunu anlayıverecekler. Yaradan’a hâkimiyet kurulamayacağını idrak edecekler…”

****      ****     ****

“Ağam, Allah seni bereketli topraklarda yaratmış, beni ise kıraçta. Elbet bir bildiği vardır. Yanlış anlama, hâşâ, ne yaratana ne de sana isyanım, yalnızca kendime. Burada hayvan muamelesi görerek karnım doyacağına, kendi dağımda açlıktan ölmeye karar verdim,” demişti. Babasının hiddetini kulağının kızarmasından anlardı, yine öyle olmuştu ama Maho onun bir şey demesine fırsat bırakmadan devam etmişti; “Ağasın, bağırıp çağırmak hakkın anladım da, neden doğduğum yere hakaret edersin, ben mi seçtim?”

****      ****     ****

“Silâh dediğin sadece metal teçhizat mı? Beyin en ağır teçhizattan bile daha etkili bir silâhtır.”

****      ****     ****

“Beyinde filizlenen dürtü ve egoların şekillendirdiği ilkel duygular bedeni hâkimiyet altına aldığında, benzer bireyler kolay bir araya gelir. Çokluk cesaret verir. Cesaret ise eylem arzusu doğurur. Zira bu tür insanlar dünyayı kendi inançları doğrultusunda görmek ve yaşamak ister. Unutma silâh dediğin metal teçhizatların tümü birer araçtır. Oysa araç değil amaç daha tehlikelidir ve onu da beyin üretir.”

****      ****     ****

“Ülkenin eşit haklarda vatandaşı olmak yetmiyormuş, bir de kimliği etiket yapmak gerekiyormuş. Şimdi düşünüyorum da, bir ülkeyi parçalayıp yok etmenin en kolay yolu buymuş. Anlamıyor insanlar, anlayamıyorlar… Kimliklerden etiket türetildiğini bilmiyorlar! Etiket ne oluyor? Fundamentalistlerin dayattığı dozu aşılmış Milliyetçilik… Allah hepimizi kendi nezdinde eşit insan olarak yaratıp göndermiş dünyaya, hâşâ sen Allah’tan büyük müsün ki insanlığın önüne geçen etiketler yaratıyorsun. Sonra da kendi etiketinden olmayanı aşağılıyorsun. Aşağılamak bir yana cana kıyıyorsun, bir sürü masum insanı öldürüyorsun. Neden? Etiket… Sıfat, yaradılış nedeninden daha önde nasıl olabilir?”

****      ****     ****

Bir yandan denizin çarşaf gibi düz yüzünde balık sürülerinin oluşturduğu girdapları izliyor, diğer taraftan istikametindeki sahilin bittiği yerden denize uzanan yarımada üzerindeki kalenin içinde kalan tarihi evlerle surlara ve burçlara göz atıyordu. Uzaktan pek belli olmuyordu, savaşın kalede hasar yaratıp yaratmadığını merak etmişti. Beş gözlü tersane siyaha çalan gri, biraz daha öndeki büyük kule ise kırmızı rengiyle birbirlerine tezat oluştursalar da, ikisi de kentin tarihi abideleri olarak yer etmişti belleklerde. Teknolojinin olmadığı devirlerde olağanüstü insan gücüyle yapılmış bu eserlerin sorumsuz insanoğlu tarafından bir anda yok edilebileceğini biliyordu. Evi nasıl önemliyse, yaşadığı kentte önemliydi onun için. Babasının aşılamaya çalıştığı milliyetçilik duyguları bu şekilde biçimlenmişti körpe beyninde. Onun milliyetçiliği bireysel kutuplaşmaya değil, kentin ve kültürel mirasın korunmasına yönelikti.

****      ****     ****

Surlardan atlayarak kale içine girdi. Koruma altına alınmış, çivi bile çakmanın yasak olduğu eski yıkıntılarla, tarihi evlerin arasındaki dar patikalarda yürümeye devam etti. O yıkıntılardan birisi kendilerine aitti ama hangisi olduğunu tam bilmiyordu. Daha doğrusu öğrensin diye babası bir defasında göstermişti ama şimdi hatırlamıyordu. Zaten buradaki bütün harabe evler birbirine benziyordu. Büyük babaannesinin doğduğu evmiş o! Yani, babasının babaannesi… Miras yoluyla babasına intikal etmiş. Yaşlı kadın daha birkaç sene önce doksanlı yaşlarında ölmüştü. Çok eskiden burada, kale içinde Rumlarla iç içe yaşadıklarını ve çok iyi komşuluk ilişkileri olduğundan bahsederdi sık, sık. Sonraki mübadele yıllarında Yunanistan’a gitmek zorunda bırakılan komşularının arkasından çok gözyaşı döktüklerini, hatta onlar gidince şehirde el sanatları yapan kimsenin kalmadığını, terzi ve ayakkabı tamircisi olmadan uzun yıllar yaşamak zorunda kaldıklarını anlatırdı. Yaşlı kadın, kendisini onların yerine koyar üzülürdü birde. Öyle ya, kim alıştığı, kanıksadığı evini, sokağını bırakıp gitmek isterdi ki!

****      ****     ****

Giden üzülür doğru, ya gidenin ardından kalan? Giden de özler mutlaka, ya kalanın etrafındaki gidenden kalan izler? İz sayısı kadar çarpmak mı gerekir özlemi? Yoksa vuslatı iz sayısına mı bölmek gerekir? İşin özü, kadere diyecek bir şey yok da, kısmetini kendi yaratır ya insanoğlu, kısmetinden gidenlerin acısı bu yüzden mi büyük olur acaba?

****      ****     ****

“Bak tatlım, şuradan başlayalım; tekâmülden… Anlatacağım şey, idrak edebilmen için sadece bir örnek. Kullandığımız kelimelerden bahsedeceğim sana; insan ırkının algıları genişledikçe kullandıkları dildeki kelime sayısı da artar. Bu yüzden geçmiş uygarlıkların bıraktığı yazılı metinler, basit ve masalsı bulunduğundan mitoloji denir geçilir. Şu kelimelerin karşılığı Sümer de yoktu mesela; inisiyatif, fenomen, boyut, gen, kuantum, ironi, empati… Daha yüzlerce kelime sıralayabilirim böyle. Nitekim gelecekte de şimdi bıraktığımız metinlerin basit ve detaysız olduğu düşünülecek. Zira gelecek nesillerin sıradan kelimeleri, bu gün sıradan bir insanın idrak dahi edemeyeceği anlamlar içeriyor olacak. İşte basit bir tekâmül örneği sana…”

****      ****     ****

“Bak,” diye kenti gösterdi o esnada yaşlı rahip. Ormanın üzerinden net görünen aşağıdaki kent büyüleyici, cezp ediciydi. “Bak ki, tarihe tanıklık et. Yok oluşların öncesindeki şaşaayı gör, altınla, gümüşle kaplanmış evlerin içinde yaşayanların da ilahi kudretin öfkesi karşısında hiç olabileceklerini anla. Bak… Bak ki, dünya ananın arada bir silkinip karaları deniz, denizleri kara yaptığını, geçmiş nesillerin gelecek nesillere bıraktığı felâketleri hatırla. Bak ki, geçmişin geleceğin kehaneti olduğunu idrak et. Unutma küçük bayan, hepimiz yalnızız bu yolda, her adım atışımızda geleceğimizin kaderini yazıyoruz yalnızlığa bir çizik daha atarken… İşte o çizikler bittiğinde sende, kaderinde bitmiş olacak. Tıpkı aşağıda gördüğün kent gibi, tıpkı yok olan kıtalar gibi…”

****      ****     ****

“Tarih zaman, zaman zırvalığa dönüştürüldü insanlar tarafından,” diye devam etti rahip. “Amerika adının kökeniyle ilgili her şey, Fransa-Almanya sınırındaki bir manastır papazının 1500 lü yılların başında kitap yazma macerasına girişmesiyle yaptığı bir hatanın sonucu bugün bilinen halini aldı. Bu kitap Colomb’un yeni kıtayı keşfinden 15 yıl sonra yazılmıştı. Araştırmaya meraklı Papaz, farklı kaynaklardan La-merica adında büyük bir Batı ülkesi olduğunu öğrenmişti. Yine araştırmaları sonucu Amerigo Vespucci adındaki bir İtalyan kâşifin ilginç hikâyelerini bulmuştu. İşgüzar papaz bu iki hikâyeyi kurgulayıp Amerika adını İtalyan kâşife bağladı. Amerika ile ilgili bu ilk basılı kitap referans oldu ve bir anda Amerigo Vespucci Amerika’nın isim babası oluverdi. Oysa bir süre sonra papaz yaptığı yanlışlığın farkına vardı ve kitabının bu bölümünün hatalı olduğunu açıkladı. Ancak, insanoğlu doğası gereği kendisine mantıklı gelen kabullerden sıyrılamadığından, Amerika adının kökeniyle ilgili gerçekler unutulup gitti.”

“Nedir aslı?” diye merak etti.

“La-merika, ‘batan güneşin ötesindeki harika topraklar’ anlamına gelir. Antik çağlarda Merika adlı bir yıldıza ithafen bu ad verilmişti. Avrupalılar ona Yeni Kıta dediler ama oysa o kadim topraklar hep vardı, hep bilinirdi. Ancak karanlık çağla beraber bilinen her şey silindiği için Amerika’yı da yeniden keşfettiler.”

****      ****     ****

“Kehanet aynen gerçekleşecek diye bir kural yok… Sakın ha! Kehaneti kader bilme! Yalnız şunu unutma küçük bayan; kehanet öngörüdür, zamansız mekânsız bir öngörü… Gelecekten pencere açılır bakılır ve neler olacağı söylenir. Görünen, görüldüğü andaki evrenin geleceğinden bir kesittir. Oysa zaman faktörü devreye gireceğinden, evren düşünceler ve niyetlerle dallanır budaklanır, kaderler kısmete döndürüldükçe hacmi genişler ve bir balon gibi şişer. Ve kehanet edilen şey, geçen sürede insanoğlunun müdahaleleriyle çizgisinden sapar. Ancak şunu da unutma, kehanet hiçbir zaman gerçek dışı kalmaz, var olmaya devam eder, sadece geçmişteki olaylara bakılarak yeniden yorumlanır. Anlatabildim mi?”

****      ****     ****

Kısa bir sessizliğin ardından, “Anneni mi daha çok severdin?” diye sordu.

“İkisini de severdim,” diye gülümsedi nemli gözleriyle. “Ancak anneme daha fazla yakınlık duyardım. Bu sevmekten farklı bir şey…”

****      ****     ****

“Bilmek yetmez bazen, bilirsin de ulaşamazsın, kilitleri açamazsın, ama bilirsin… Erişilmeyeni bilsen ne olur küçük bayan…” Papaz bir yandan da boynundaki kolyeye bakıyordu dikkatli bir şekilde. “Kilitleri açacak anahtarlar gözüne girer de sen onun anahtar olduğunu anlayamazsın. Hayat da böyledir işte; sorun neredeyse çare de yanı başındadır aslında. Yaşam ikilik üzerine kurulmuştur, her şey zıddıyla yan yanadır. Görmesini bilene tâbii…”

****      ****     ****

“Bu birinci tablet,” diye eline birisini aldı Rahip. “Gördüğün yazı, günümüzden on beş bin yıl öncesine kadar kullanılmış ve büyük felâketle yok olup gitmiş Naakal dilidir. Bu gün bu ölü dili bilen sadece birkaç insan kaldı dünyada,” dedikten sonra tabletin üzerine eğilerek okumaya başladı. “Al-paa-ha, be-ta,  kam-ma,  tel-ta,  ep-zil-on-om,  ze-ta,  et-ha,  thetheha-ha,  io-ta,  kap-paa,  lam-be-ta,  mu, ni, xi, om-ik-le-on, pi, la-ho, zi-ik-ma, ta-u, u-pa-zi-le-on, pe-hi, chi, pe-zi, o-mec-ka,”

“Anlamı nedir bunun?” diye sordu genç kız.

Yaşlı Rahip masanın altındaki bir çekmecenin anahtarını çevirdi ve içinden siyah kaplı, sararmış yaprakları olan çok eski olduğu belli küçük bir defter çıkardı.

“Bu on binlerce yıllık bir miras. Naakal dilinin deşifresi,” dedikten sonra tabletteki sembollerin karşılığına elindeki defterden bakarak tercüme etti… “Sular arazilerin üzerine hücum ederek alçak yerleri kapladı. Engeller dalgalarla yıkıldı. Sular toprağı döverken, yaşayan ve hareket eden ne varsa üzerini örttü. Temeller yıkıldı ve Mu toprakları suya gömüldü. Suyun üzerinde sadece tepeler kaldı. Yavaş, yavaş hava soğudu, fırtınalar çıktı. Eski vadiler daha derine çöktü, sularla doldu ve balçık katmanları oluştu. Yarıklar açıldı ve dumanlar çıktı,  ardından volkanlar püskürdü.”

****      ****     ****

“Ok yaydan çıktı mı hedefe doğru ilerler, geri dönüşü yoktur. Yapabilecek tek şey kalır o da zordur ama mümkündür; oka müdahale…”

****      ****     ****

“Deli Roza ne bilecek ki! Öyle değil mi?” diye kahkaha attı ama ardından yüzünü ekşitip ağlarmış gibi göründü. “Roza’yı kimse ciddîye almadı, oysa Roza kimsenin görmediğini görüyor, bilmediğini biliyordu…” Gözlerini iyice açarak Alanya’ya baktı; “İnsanlar kendileri gibi olmayanı dışlarlar, Roza’yı da dışladılar, deli dediler. Bu gözlerin neler gördüğünü, kulakların neler duyduğunu bilseler Roza’ya deli derler miydi?” Bir kahkaha attı; “Zavallı insanlar, hiç bir şey bilmeyen ilkel varlıklar, hep acıdım onlara…” Tekrar ciddîleşti ve gözlerini kıstı; “Deli Roza bu gece hiç uyumadı, kimse farkında değil ama havada kan kokusu var,” diyerek başını yukarı kaldırdı, bir şey görmek istermiş gibi bakışlarını havada dolaştırdı.

****      ****     ****

“Aryan Dörtgeni için ‘çark’ demişti değil mi Papaz? Çark nasıl çalışır bilir misin? Çarkın diş sayısıyla dönme sayısı doğru orantılı olduğundan çark ne kadar büyük, dolayısıyla diş sayısı fazlaysa, dönme zamanı da o kadar uzundur. Sistemin işlemesi için ana çarkın dişlerinde dönen daha küçük çarklar vardır. Onların diş sayısı az olduğundan tur zamanları da kısadır. İşte o küçük çarklar bir başka çarkın dişleri arasında döndüklerini anlayamazlar, anlayamadıklarından sistemin merkezinde olduklarını zannederler. Büyük Çark ise ağır ve azametli dönüşüne devam ederken diğerleri bilmez ki kaderleri o büyük dönüşe bağlı…”

****      ****     ****

“Şaşıracak bir şey yok,” diye devam etti Sofia. Zira Atatürk de Hitler de ezoterik yanları güçlü olan liderlerdi, dolayısıyla resmi tarihin yazdıklarıyla yetinmeyeceklerdi. Atatürk köklerinin geldiği Orta Asya’dan öncesini merak ediyordu, Hitler de kendi köklerinin Orta Asya’dan geldiğine inanıyordu. İşte iki liderin ortak yönü buydu; köklerinin izi…”

****      ****     ****

“Kıtayı yok eden felaketi anlatan tabletin Naakal dilindeki okunuşu Yunan alfabesinin harfleriydi. Yani, -Al-paa-ha , be-ta,  kam-ma,  tel-ta,  ep-zil-on-om,  ze-ta,  et-ha,  thetheha-ha,  io-ta,  kap-paa,  lam-be-ta,  mu, ni, xi, om-ik-le-on, pi, la-ho, zi-ik-ma, ta-u, u-pa-zi-le-on, pe-hi, chi, pe-zi, o-mec-ka,- Şimdi bunu hecelemeden okuyalım; alfa, beta, gama, teta, epsilon, zeta, eta… Devam etmeme gerek var mı?”

“Kafam karıştı,” diye yüzünü buruşturdu İbrahim. Kendisi de aynı durumdaydı.

“Alfa, beta, gama.., diye devam eden alfabe hangi ulusundur?” diye sordu Sofia. Tüm ciddiyeti ve belli ettiği endişesine rağmen muzip bir ifade de oturmuştu yüzüne.

“Yunan alfabesi,” diye yanıt verdi İbrahim.

“Doğru, Yunan alfabesinde kullanılan harfler yan yana okunduğunda, Mu Kıtasının batışını anlatan eski Naakal dilidir ve bir tesadüf olamayacak kadar belirgin ve keskindir her şey.”

****      ****     ****

“Anlatacak çok fazla şey yok,” diyerek ciddî ifadesini devam ettirdi Sofia. “Her şeyi biliyorsunuz zaten; dünyadaki mevcut ekonomik ve sosyal düzenin artık iflâs ettiğini, batan bankalarla, kapatılan borsaların milyonlarca mağdur yarattığını ve birikimi olan az sayıdaki ayrıcalıklı insanın da paralarını ve altınlarını evlerindeki çelik kasalarda sakladıklarını ve hırsızlığın, vahşetin, acımasız-gözü dönmüş insanların her gün çoğaldığını anlatmama gerek var mı? İşte, sonu gelmiş bir düzenin yerine yepyeni bir siyasî güç, yeni ekonomik kararlar ve yepyeni bir sosyal yapılanma için hareket gerekiyordu,” diye devam etti Sofia. “Tıpkı geçmişteki gibi; Babil’in yıkılmasıyla bir dönemin bitip, dinler çağının başlaması ve dünyanın sosyal düzeninin yeniden kurulması gibi… Şimdi 2500 yıllık bu dönemin sonundayız.” Yüzüne gururla karışık garip bir gülümseme yerleşti, “Aryan Çağı başlıyor…”

****      ****     ****

“Savaşta kim haklı kim haksız bilemezsin, kim hain kim kahraman onu da bilemezsin. Ve unutma bir tarafın haini öbür tarafın kahramanı oluyor. Doğru hangisi acaba? Yok… Doğru yok ne yazık ki; sadece güç savaşları var. Ve bu savaşların içinde kaderine savrulan insanlar…”

****      ****     ****

Calama, çöle inat yeşil sayılabilecek bir kentti. Kente girişte büyükçe bir köprüden geçerken, “İşte Rio Loa akarsuyu bu yeşilin kaynağı,” diye gösterdi Sofia. “Atacama dünyada ki diğer çöllere benzemez. Yüksek And Dağları’nın eriyen kar suları gördüğünüz nehir gibi çölü yararak ilerler ve böyle yerleşim birimlerinin kurulmasına olanak verecek alanlar oluştururken, çölün acımasızlığının yanında birde korumacı yanı olduğunu gösterir. Atacama Çölü’nü özel kılan budur işte.” Çok katlı betonarme yapıların fazla olmadığı, tek katlı, daha çok iki katlı evlerle dolu tipik bir Kuzey Şili kentiydi Calama. Şehir merkezindeki parkların ve yeşil alanların çokluğu çöl insanlarının azminin ispatı gibi duruyordu. On beş kilometre mesafedeki bakır ocaklarının kente olan katkısından bahsetti Sofia. Daha önce Chuquicamata’da yaşayan halkın, kanser vakalarının çoğalmasıyla Calama’ya taşındıklarını ve kentin nüfusunun bu yüzden arttığını anlattı devamında.

****      ****     ****

‘Beyin bedene sıfır gelir, öğretilenler ve yaşananlarla gelişir, ruh ise gelişmiş olarak bedene girer, aklın hâkimiyetinde sıfırlanır…’

****      ****     ****

İnsan olmanın, ‘sınırsızlığın içinde kendi sınırlarını çizmek’ gibi bir tanımla izah edilebileceğini biliyordu artık. Üstelik sınırlar da göreceli… Einstein’in ünlü kanunu gibi; evren bunun üzerine kurulmuş olmalıydı.