Yaşam hızlı giden bir tren gibidir. İstasyonlar ise inip binmek için fırsat… Kaçan her fırsat trenin içine, kaçan her tren ise istasyona tutsak eder insanı… Esaretten kurtulmanın tek yolu ineceğin ve bineceğin zamanları iyi seçmektir.
**** **** ****
“Titicaca’yı sen pek bilmezsin, sıradan bir göl zannedersin belki,” dedikten sonra başını öne eğdi, dua eder gibi iki elini birleştirdi. “Titicaca, Peru ve Bolivya’nın ortak mülküdür ancak içindeki kırk kadar adada yaşayan halk tek kandan, tek soydandır. Onlar ne Peru’yu bilir ne de Bolivya’yı. Titicacalıdır onlar. Bu adaların dağlık sarp burunları kıraçtır, arpa kolay olgunlaşmaz orada, mısırlar çam kozalağı gibi güdüktür, patatesi acıdır. Doğru dürüst yetişen tek tahıl quinoa, insanların besin kaynağı ise lâma ve alpaga etidir. Zaten nüfus da azdır Titicaca’da. Tâbii az sayıdaki bu nüfusun beslenmesine göldeki garip balıkların da katkısını unutmayalım. Demek istediğim şu ki Engin Bey, burada her şey kıttır ya, Allah bunu dengelemek ister gibi algı açıklığı vermiştir insanlara. Hepsinin önsezileri kuvvetlidir, ilâhî güçleri olduğuna inanırlar. Bu yüzden Titicaca yerlisi oradaki adalardan başka yerde yaşayamaz, onlar Viracocha’yı bilirler tanrı olarak ve Viracocha’ya sadakatsizlikte bulunmaktan korkarlar.”
**** **** ****
Sabah vaktiydi, güneş And Dağları’nın zirvelerinden, Huayna Potosi üzerinden yüzünü göstermişti. Gecenin ayazının, günün ılıman havasına dönmeye başladığı bu saatlerde, yol aldıkları, kizir otların zor belâ yeşerebildiği And plâtolarından sonra ‘yarısı çukurda kent’ La-Paz’ın kalabalık trafiğine girmişlerdi. Dünyada hiçbir yer yoktu ki, bir yerinden öbür yerine bin metreye varan rakım değişikliği olsun. İşte bu konuda La-Paz özeldi. Üstelik güzeldi de… Kentte, dünyanın başka hiçbir şehrinde olmayan bir gizem vardı. Dünya da hiçbir kentte görülmemişti ki zaman faktörü devre dışı kalsın ve eski tarihlerle, modern çağların arasında gidilip gelinsin… Belki öyle çok eski bir yerleşim yeri de değildi La-paz… Lâkin havasına, toprağına, insanına hatta eskimiş yapıların duvarlarındaki taşlara kadim bir koku sinmişti ve gizemi anlamaya akıl kâfi gelmiyordu.
**** **** ****
Şüphesiz, bir şeyi çok evvelden öğrenmişti: Savaşlarda haklı ya da haksız kavramlarının telâffuz edilemeyeceğini… Bir tarafın kahramanı kesinlikle öbür tarafın haini oluveriyordu kolayca. “Savaşta tek doğru var, o da namlunun ucundan çıkan merminin istikameti…” diye düşündü.
**** **** ****
“Bu koca Baykal tam yirmi beş milyon yıllık bir ihtiyardır. Efsane değil burası ha, gerçek. Yerbilimcilerinin tespiti… İşin efsane kısmı da şu: Bu ihtiyarın 336 oğlu varmış, bir de kızı. Kızın adı Angara’ymış, gönül işte Angara yakışıklı Yenisey’e âşık olmuş günün birinde. Gel gör ki sert baba Baykal, evlenmelerine izin vermemiş. Angara düşünüp taşınmış ve kaçmaya karar vermiş. Bir gece sessizce baba ocağından ayrılmış. Bunu gören hain baykuş, Baykal’ı uyandırıp haber vermiş. İhtiyar Baykal uzaklaşmakta olan Angara’yı durdurabilmek için kocaman bir kayayı fırlatmış önüne… Bak,” diye göl ile Angara nehrinin birleştiği yerde tıpkı bir şamandıra misali suda yüzermiş gibi görünen, dikkatli bakılınca seçilebilen küçük kayacığı gösterdi. “O kaya işte… Başarılı olamamış, aşkın önünde duramamış Koca Baykal. Angara o gün bu gündür Yenisey’e akar. Üç yüz otuz altı oğlan ise hâlihazırda Baykal’a akarak ihtiyar babalarını beslemeye devam ederler.”
**** **** ****
“Kurtlar yani ilk Uygurlar Aryanlardan farklıydı; onlar gibi sarışın değil, kumral, badem gözlüydüler. Savaşçıydılar, gözleri karaydı, korkusuzdular. Lâkin sizin zamanınızda bir avuç insan kaldı onlardan yani hakikî kurtlardan… Burada Zavkhan etrafında, Kuzey’de Buryatlar’da, Yakutlar’da ve Güney’de Karakurum’da, Türkmen illerinde birkaç on bin insan… Yerlerinde duramadılar ve yaban topraklara doğru at sürdüler, bilmedikleri denizlere yelken açıp elin yurtlarını il yaptılar, elin kızlarını da karı… Bir kolları Viking diyarına uzandı, diğeri Kara Afrika’ya, Balkan illerine, Anadolu’ya, Bizans topraklarına ve dahi Pers diyarlarına… Yetmedi, gözünü budaktan sakınmaz bir grup azgın kurt ise Sibirya’nın Kuzey’inden Amerika’ya atladı, oradan Güney’e bilgelik diyarı Kabil’in Ülkesi’ne vardı. Kurtların nesilleri böyle karıştı işte; badem gözleri kâh kara zeytin, kâh yeşil zeytin oldu, gür koyu kumral saçları sararıp cansızlaştı bazen de kararıp kıvırcıklaştı, tenleri ya çok açıldı ya da aksine karardı. Dillerine arsız kelimeler girdi, cümleleri kanlanmış akarsular gibi harelendi. Yaşam ağaçlarının özüne, fesat sarmaşıklar dolandı. Söyler misin nasıl bir olunurdu böyle, birin ve birliğin gücü olmadan nasıl ulu hükümdarlıklar kurulabilirdi ha? Ruhlarında amansız serüven hasletleri yüklü Kurtlar, yeni diyarlara aktıkça, başka pınarlardan su içip, yaban meyvelerden tattıkça bir olmaları mümkün olmadı işte ve yeryüzünün ilk ve asil sahibi onlarken sonradan peydahlanan ırkların içinde kaybolup gittiler…”
**** **** ****
“Gök semadan geldi kurtlar, Dünya adını verdiğiniz bu toprakları yurt edindiler, asaletleri uğruna kanlarını canlarını verdiler. Felâketlere baş eğmediler. Bir kaldılar yine bin olmayı başardılar. Hepiniz asil gökkurt tohumusunuz, bundan böyle Göktürk olsun adınız,” kısa bir sessizlik oldu ve Börteçene başını yavaşça arkasında duran dolunaya çevirdi. Şimdi, ışık saçan gümüşten tepsiyi arkasına dekor yapmış bronz bir heykelden farksızdı… “Göktürk olarak kutsandınız, Yaradan kendi içinizdeki ihanetlerden uzak tutsun hepinizi,” diye uludu.
**** **** ****
Engin’in en çok ilgisini çeken ise mezarın etrafına konan taş heykeller olmuştu. Balbal taşları deniyormuş bunlara ve ölen kişinin yaşamında düşmanına karşı kazandığı başarıları simgeliyormuş. Hatta bazı boylarda kişinin öldürdüğü insan sayısı kadar balbal taşı dikiliyor, taşın fazlalığı ölenin itibarını artırıyormuş. Tâbii dört yüz yıldan beri Ergenekon’da yaşadıklarından ne düşmanları olmuş ne de savaşmışlar, ancak atalarından gelen bu eski geleneği devam ettirmişler.
**** **** ****
“Atalarımızın Batı’ya göçmesinin ardından Orta Asya’da saf Oğuz olarak biz kaldık yalnızca. Çinliler Tu-kie der bize, şimdi Börteçene’nin lütfuyla Köktürk olduk. Kökün üç manası vardır yabancı… İlki bildiğimiz gök işte…” diyerek elini yukarıya kaldırıp yıldızlı semayı işaret etti. İkincisi göğün rengi, mavi yani… Üçüncüsü ise ulu, yüce anlamındadır. Kök Tengri, Ulu Tanrı demektir. Birdir ve birin kuralları geçerlidir bizde. Seni aramıza Erlik’de gönderse Umay’da gönderse değişen bir şey olmaz. Onlar da Kök Tengri’nin kullarıdır nihayetinde.”
**** **** ****
“Baktriyalılar atalarımızdan farklı, sarışın renkli gözlüydüler. Tenleri beyaz, bedenleri narindi. Onlar Boğa budunuydu, biz ise Kurt… Boğa budunu yerleşik yaşayıp, mutluluğun ve huzurun dayanışma içerisinde çalışarak elde edileceğine inanırdı. Kurtlar ise tam tersi, göçebeydi, savaşmayı ve dövüşmeyi severdi. Boğaların tanrıları ev yapmayı, tarımı, besiciliği öğretmişti ahalisine, Kurtlarınki ise at üstünde ok atmayı, kılıç sallamayı ve aç-susuz dayanabilmeyi… Velâkin mesele çıkmadı aralarında, Kurtlar birbiriyle savaştı, gürültüsüz yaşayan sakin boğalara pek fazla bulaşmadılar. İkisi de Bir’in Yasası’na inanırdı. Bir’in yasasına göre insanoğlu da tanrılar da Yüce Yaradan’ın kullarıdır. Sadece tanrılar bir üst tekâmülden olduğu için insanoğluna hükmedebiliyordu. İşte bu ahvalde, tanrılarının yol göstermesiyle Baktriyalılar ülkelerinin tam ortasına dev taş tapınaklar inşa etmeye başladılar. Aslında ne amaçla yapıldığını bile bilmedikleri bu yapılara tanrı dağı anlamında ziqqura dediler. Bunlardan bir tanesi öyle büyüktü ki, dört eğik kenarlı tapınağın sivri ucu bulutlara değiyordu. Ne muhteşem yapılardı tasavvur edemezsin…”
**** **** ****
“Ay, Kün(Güneş), Cüzen(Merkür), Erklik(Venüs), Yer Sağrısı(Dünya), Cetegey(Mars), Tennir(Jüpiter), Keram(Satürn), Karan(Uranüs), Tepmez(Neptün), Dugan(Plüton) aynı hizaya gelecek yarın gece yarısından itibaren. Börig’e (Sirius/Köpek Yıdızı) engel arttıkça Udumbaralar coşacak, bozkıra, çöle her tarafa yayılacak…” Sesini kıstı ve fısıldar gibi konuştu, “Ya-da taşını cinlerden almak için bundan daha iyi bir fırsat ancak üç bin yıl sonra gerçekleşebilir, anladın mı beni yabancı. Udumbaraların neden üç bin yılda bir açtığını anladın mı? Kurdun şavkı minicik çiçekler olup gökyüzünden yere indi, bu takdir senindir, sana sunulmuş bir hediyedir…”
**** **** ****
“Beyin olayları sıraya koyar ve siz buna zaman dersiniz. Biz ise evrenin kozmik hafızasını kullandığımızdan bilinç yolculuğu ile istediğimiz yere ve zamana gidebiliriz. İşte bu seyahatlerimiz esnasında karşılaştığımız insanlar için o günün, o saatin ya da o anın yaşam tebarüzü oluruz. Şimdi ben, dünyalıların koyduğu adla Börteçene, buradaki varlığımla bu zamanda yaşayan insanların gerçeğiyim, ancak kendi gerçeğime bakacak olursak mevcut bir sinema filminin herhangi bir sahnesine girip çıkmaktan başka bir şey değil yaptığım…”
**** **** ****
“Tıpkı bir bulmacayı çözmek gibidir kâinatı anlamak… İnsan, her yeni çözümde bildiği zevklerin toplamından daha fazla haz duyar, her yeni idrak ile bedenin yükünden kurtulmaya başlar. Keşke insanlar beş duyu organıyla hissedebildiklerinden daha fazlasının olduğunu bilebilseler… Tavuğun aşkı bilmediği gibi, köpek için seyahat etmenin bir anlamı olmayacağı gibi yahut bir kedinin televizyon başına geçip de heyecanla beklediği yarışmanın finalini kalbi çarparak izleyemeyeceği gibi…”
**** **** ****
“Savaşların biçimi çeşitlidir, ancak sebebi tektir; bencillik. Benim soyum, benim halkım, benim toprağım, benim dinim… Oysa ‘benim’ diye başlayan sınırlar çizilmese, herkes yerkürenin eşit haklara sahip eşit insanları aslında. Ancak yaman çelişki şu; yaşam eşitliğe müsait değil. Yaşam güçlü olanın ayakta kalacağı şekilde kurgulanmış. Her şeye rağmen insanın insana saygı duyabilmesi, bunu asıl şerait edinmesi mümkün. Belki savaşları bitirmez ancak azaltır. Urumki’de yahut bozkırda nasılsa, benim ülkemde de durum aynı; çocukluktan itibaren yaşamak için savaşmak gerektiği öğretiliyor. Sonuçta sizdeki savaşın başka türlüsü de bizde sürüp gidiyor…” Bunları anlatırken delikten Ergenekon’a bakıyordu. Bakışlarını Aybarçın’a indirdi. “Paprika’ya saçlarını nasıl seninki gibi yapabileceğini öğretirsen, o da senin için bir şeyler yapacaktır mutlaka. Paylaşmak güzel bir duygudur, dostluklar böyle doğar. Evet, yaşam eşitliğe müsait değil ama dostluğa, yardımlaşmaya ve paylaşmaya müsait. İlâhî bir denge bu, görebilene tâbii…”
**** **** ****
“Şeytan ha… Kötülüklerin babası! Sana bir sır vereyim evlât, savaşlarda bir tarafın haini öbür tarafın kahramanıdır, bunu sakın atlama. Bu durumda Şeytan’da savaşı kazanan tarafın hainidir inan… Hainler süslü cümlelerle fecaate düşürülür, kahramanlar ise şefaate yükseltilir… Babil’i tüketip kötü yaftasını yapıştırmasalardı, Şeytan olmayacaktı. Babil’in yıkılmasıyla Boğa devri de sona erdi. Bunu bizzat biz tanrılar hazırladık, bizim de hasletlerimiz hırslarımız var. Siz de nasıl güç oyunları varsa daha boyutlusu da bizde var. Ancak duracağımız yeri de biliriz. Hırslarımız hiçbir zaman yok ediciliğe dönüşmez. Bu yüzden kendi içimizde zayıf düştüğümüz bir anda bizi, bizim yarattıklarımız bitirdi. Evet, acı olan bu; biz onlara aş vermiştik, tarım yaparak besin üretebilmelerinin yollarını göstermiştik, yazıyı öğretmiştik, mağaralarından çıkarıp evlerde yaşatmıştık dahası insan olmayı anlatmıştık. Onlar ne yaptı? Bizden öğrendikleriyle bizi vurdular. Sonra hain yapıverdiler tek kelâmda. Üstelik hainliği kötü bir sıfatla pekiştirdiler, kâh Molok dediler kâh Lucifer… Şeytan böyle doğdu işte. Onları kaderlerine terk edip gittik biz de.”
**** **** ****
“Korktuğu için sana biat eden ulusun olacağına, sevdiği için saygı duyan köy halkın olsun,”
**** **** ****
Sükûn bir Haziran sabahı Karakurum’a giden eski otobüsün asfaltta olmasına rağmen nasıl bu kadar envai türlü ses çıkarabildiğini anlamak zordu. İlâveten, bir de yüksek sesle konuşan insanların uğultusu bu hengâmenin üzerine binince zor bir yolculuk olacağı belli olmuştu daha Ulan-Bator’dan yeni ayrılmışken… Otobüsün ortalarındaydı koltukları. Pencere kenarına Engin yerleşmişti, Karimov’a koridor tarafındaki koltuk kalmıştı böylece. Engin coğrafyaya meraklıydı, camdan etrafı seyredecekti, Karimov zaten bu bölgenin adamıydı ve karış karış biliyordu her yanı. Bu açıdan bakılınca âdil bir koltuk paylaşımıydı. Gelgelelim koridorun öbür tarafındaki koltukta bağıra çağıra sohbet eden iki adamın sesi Karimov’un kulaklarında patlıyor olmalıydı ki arada kendi kendine söyleniyordu. Eh, Engin içinde bir handikap vardı; Güneye bakan koltukta olduğundan güneş yükseldikçe ateş basacaktı bedenini. Yola çıkılmıştı artık, geri dönüşü yoktu bu işin… İstikamet, bir zamanlar Asya-Avrupa kıtalarına diz büktürmüş Moğol İmparatorluğu’nun başkenti Karakurum’du. Temenni ise kazasız belâsız bir yolculuk…
**** **** ****
Dinlenme tesisinin önündeki küçük toprak meydanın bir kenarında at üstünde üç erkek Moğol’la ayakta duran yaşlı bir kadın otobüsten inen yolculara bakıyorlardı. Engin, at sırtındaki erkeklerden birisiyle, kahverengi kalın çuldan elbise giyerek beline kızıl kuşak dolamış kadının başlarındaki yuvarlak şapkaları Bolivya yerlilerinin giydiklerine benzetti. Bolivya aklına gelince Mikail’i düşünüp kahırlandı. Ancak hayat devam ediyordu…
Ayağı bir çalı parçasına takılınca sendeledi. Yere kapaklanmaktan zor kurtulmuştu ki, atlıların yanında duran yaşlı kadın kendinden beklenmeyen çeviklikte koşup geldi yanına. Elini elbisesinin göğüs kısmında çapraz sarılmış katına soktu ve küçük bir cam şişe çıkararak uzattı. Bir yandan da kendi dilinde konuşuyordu. Ne olduğunu merak eden Karimov’un yanlarına gelmesiyle Engin, yaşlı yerli kadının söylediklerini tercüme etmesini istedi. Şişeyi de istemsiz almıştı bu esnada eline…
Karimov kadınla karşılıklı birkaç cümle konuştuktan sonra muzır bir ifadeyle gülerek, “Teyze, şişedeki bitki özünden her gün bir yudum içsin diyor, zayıf ve güçsüz görmüş seni, ata bile binemezmişsin böyle,”
Engin’de güldü, öyle ya yaşlı Moğol kadın cin gibiydi ve mal satmak istiyordu.
Elini cebine atarak yirmi dolar çıkarıp uzattı.
Kadının ifadesi değişti anîden ve bağırarak Karimov’a bir şeyler söylerken Engin elini yeniden cebine götürdü. “Uyanık kadın, daha fazla koparmak istiyor,” diye düşündü…
“Sakın ha!” diyen Karimov avuçlarını açarak durmasını işaret etti. “Para uzatmana çok kızdı. O sadece sana yardımcı olmak istemiş.”
Engin şaşırdı. Bir müddet ne diyeceğini bilemedi… Kadının esmer kırışık yüzünde hâlâ pırıltısını kaybetmemiş gözlerine bakarak gülümsemekten başka yapabileceği bir şey yoktu. Bu topraklarda para insanlığı öldürmemişti demek daha…
**** **** ****
Otobüs, uçsuz bucaksız Moğolistan steplerini yarıp geçen asfalt yolda, boyundan büyük iş yapan karınca kabilinden kaydı gitti… Yorgun düşüp derin uykuya dalmış yolcuların horultusu otobüsün arada bir metal sesiyle karışan homurtusunun içinde kayboldu. Karimov’un da horlayanlar korosuna katılması uzun sürmedi. İki delikanlının birkaç koltuk geriden bahtiyar sesleri geliyordu ve Engin onların iki gündür bitmeyen muhabbetlerine hayret ediyordu. Hayat sanki envai türlü sesten ibretmiş gibi gelmeye başlamıştı ki gözü iki koltuk öne kaydı. Ayçiçek Kadın’ın tepeliği sol tarafa doğru eğildiğine göre yine torununu kanatları altına almış olmalıydı. Güneş artık yakmaya başlamıştı, arazi ise stepten, az engebeli tepelere dönmüştü.
Orta Asya yaşıyordu…
Ahraz bir dev misali bin yıllar devirmişti aheste…
Nesiller gelip geçmişti üzerinden, kâh kana doymuştu toprakları, kâh bedenlere kan vermişti buğdayları…
Bereketli bir rahîm kabilinden çeşit çeşit ırklar doğurup dağıtmıştı uzak diyarlara…
Kaç Ayçiçek görmüştü kim bilir, kaç Karimov, kaç Yakıp ya da kaç bilmem kim…
Kaç kahraman görmüştü, kaç han, kaç kağan, kaç imparator…
Lâkin Aybarçın gibisini görmemişti Orta Asya…
Aybarçın kadar seveni görmemişti…
Aybarçın kadar sevdiğine öleni…
Aybarçın kadar emaneti bileni…
**** **** ****
“İnançlarımız insanın evinde ölmesi gerektiği yolundadır, ya da manen bağlı bulunduğu mekânda… Ne yazık ki medenî dünya da insanlar artık hastanelerde ölüyor. Yabancı bir oda, monitörler, serumlar, görevlilerin içinde terk edilmiş ve yalnız bir ölüm… Gözünde canlandırman zor değil, telâşlı koşuşturmalar, enjeksiyonlar, öten cihazlar ve diğer tıbbî müdahaleler… Bu durum ölmekte olan insan farkındalığında üzüntüye, acıya neden olur ve onun huzur içinde ölmesini engeller. Oysa ölmekte olan insanın zihni alabildiğince sakin olmalı ve çevresinde sevdiği kişiler bulunmalı. Bir kişiye rahatça ölmesine yardım etmekten daha büyük armağan olmaz,” diye sesini kısarak yavaşça konuştu.
“Dahası var; otopsiler, organ bağışları…” diye kaşlarını kaldırdı Engin.
“Ne yazık ki modern dünyada bundan kaçış yok. Medeniyet maneviyatı yiyip bitiren iflâh olmaz bir kemirgenden başka bir şey değil. Oysa insanlar bedenlerinin değil ruhlarının huzurunu daha fazla düşünmeli… Neden biliyor musun? Çünkü ölümle beraber ruh sarsıntı geçirir. Düşün; bir insan arabasını satarken üzülür, doğup büyüdüğü kasabadan ayrılırken ağlar değil mi? Yahut yaşamının büyük kısmının geçtiği ev yıkılırken kahrolur. Ruh da öyle; bedeni terk ederken güçlüce sarsılır. Günlerce kendisinin o bedene ait olduğunu hissetmeye devam eder. İşte o anlarda tıpkı küçücük bir bebek gibi şefkate ve huzura ihtiyaç duyar. Sessiz sakin bir ortam ister. Bu yüzden kesilip biçilen beden ruhta travmalar yaratır. Kuşkusuz, ruhun yaraları kalıcıdır, bedendeki gibi ölümle yok olmaz.”
**** **** ****
“Yediğin her şey vücudundaki hücreleri değiştirir. Bu yüzden ne yersen osun. Mezbahalarda kesilmeyi bekleyen hayvanlar şiddetli gerilimler yaşarlar ve ölüm korkusuyla çeşitli enzimler kan dolaşımına katılır. Evren sadece kuantum titreşimlerinden meydana gelmiştir, dolayısıyla bilinç de titreşimlerin ürünüdür. Bu titreşimlerin maddeye dönüştüğünü biz Budistler asırlardan beri biliyorken modern fizik bilimi bunu daha yeni kabul etmeye başlamıştır. İşte bunun için insanoğlunun ruhsal evrimini sağlıklı tamamlamasına araç olan bütün dini akımlarda, yani Müslümanlıkta, Hristiyanlık’ta ve Budizm’de, belirli bilinç düzeylerini aşmış Peygamberler, bilge kişiler, yogiler asla canlı öldürüp yemezler.”
**** **** ****
“Ölüm tamamlandı,” diyen Keşiş, Engin’e dikkatli baktı, sanki ruh halini anlamak istermiş gibi… Konuşmaya devam etti, “Sarsılman, ürkmen gerekmiyor. Yaşam ve ölüm bütündür, ölüm yalnızca yaşamın diğer bölümünün başlangıcıdır. Bir başka deyişle ölüm, yaşamın aynada yansıyan aksidir,”
**** **** ****
“Bir varlığın dinsel tebaası ne olursa olsun, hatta dini duyguları ister tam ister yarım yamalak olsun, ölüm anında azap verici hayaller görünür. Geçiş tamamlanamazsa azap devam eder. Kuşkusuz, Tödol ayini ölülere yol gösteren bir takdimedir… Bu ayinde Tödol, anlaşılabilecek biçimde üst üste defalarca okunur. Bu şekilde ölüye karşılaşacağı şeyler hatırlatılır, saf ışığı tanıması ve ona yönelmesi sağlanır.”
Ne garip bir durumdu! Sıradan insan yaşamını düzene sokamamışken Budistler ölümden sonrasını düzenlemeye çalışıyordu.
**** **** ****
Bir karga sürüsü indi mağaranın ağzına aynı esnada. Meraklı bakışlarla yalpa yalpa yürüyüp mağaranın içine girdiler. Birkaç serçe katıldı karga grubuna. Çekirgeler, kuşlara yem olma korkusuna boş vererek içeriye doğru uçuştular. Karıncalar, akrepler, kırkayaklar, çıyanlar, tören kıtası gibi geldiler peş peşe… Mağara mağaralıktan çıktı, festival yeri oldu. Canlıya hasret kalmış hırçın duvarlar yumuşayıp hamurlaştı sanki, içeriye dolan güneş ışıkları bir kemanın teli gibi titretti kumu, tatlı bir nağme aktı kulaklara. Çekirgeler eşlik etti kumun türküsüne, serçeler bir uzun hava tüttürdü yanık yanık, karganın sesi yakıştı bu defa söylenen manilere, akrep kuyruğunu bir kez bile kaldırmadı, çıyanlar kıvrıla kıvrıla dansa koyuldu.
**** **** ****
Sakın ha, inançlarını, sevgilerini ve hayallerini zamana tutsak etme. Yaşam akıp gitmez, sana öyle öğretildiği için akıp gittiğini zannedersin yalnızca. Doğrusu, zamanın içinde akıp giden insanoğludur, kolayca aşılacak engellere takılan da…”
**** **** ****
Umutları zamana bırakmak, akarsuya sal bırakmak gibidir. Bir kere kaçırdın mı salı, artık tutman mümkün olmaz…
**** **** ****
Zamana yenilmeyen tek şey akıldır, kim bilir belki zaman da aklın bir ürünüdür…
**** **** ****
Yaşamın, kolay anlaşılan hikâyelerin arkasına gizlenmiş devasa bir kişisel gelişim ansiklopedisi olduğunu biliyordu…