1525_Ben_Melek-umit_Ihsan290

Bazı kitaplar vardır, alır sürükler insanı, her sayfa bir sonrakinin gardiyanıdır ve bir türlü çıkıp kurtulamazsınız. Ne zaman sayfalar tükenir, kitap biter serbest kalırsınız ya! Hayır kalmazsınız, o kitap sizi asla bırakmaz… Mahallenizdeki genç terzinin solgun yüzünde siroz hastası roman kahramanının umutlarını, korkularını ve çaresizliğini bulursunuz. Yahut belini tutarak yolda yürüyen hamile kadında roman kahramanını görür o bebeği doğurmakla aldırmak arasında verdiği amansız savaşın yükünü kendi sırtınızda hissedersiniz. Tıpkı ‘BEN MELEK’ adlı Ümit İhsan romanında olduğu gibi…

Eserin girişi 80 İhtilalini hazırlayan şiddet olaylarından bir kesitle başlıyor… İki kardeşin, pusu kurdukları bir başka sahsı kaldırımda yürürken tabancayla vurup kaçmalarını anlatan ilk iki sayfa, insanın kalbine dokunacak onlarca sayfalık düşünce bırakıyor geride… Ben kitabı bir kenara bırakıp daldım, alışkanlığım olsaydı herhalde bir de sigara yakardım. O bunalımlı yılları yaşamış olmanın etkisi altında, pusuda vuracağı adamı beklerken evdeki karısını ve ona sarılıp yatacağını düşünen bir adamı, insanın sınırlarını göz önüne sermek açısından önemli buluyorum… Düşünüyorum tabii; belki de ‘kötü’ olan insan değil, insanı çarkına dolamış siyasi ve sosyal şartların bütünü…

‘Barut Kokusu’ adlı bu giriş bölümünden sonra bir kızı olan, ikincisine de hamile Hilmiye ve Kastamonu’da bir sanatoryumda yatan siroz hastası kocası Rahmi’nin hikâyesi başlıyor.  Kocasının hastalığından dolayı bebeğini doğurup doğurmamakta kararsız genç kadının ruh haliyle, hastalığından dolayı umutsuz, mahcup adamın ruh halini bizzat kendi ağızlarından dinliyoruz.   Böylece kurgunun farklılığı da buradan itibaren ortaya çıkıyor… Yazar, 1. Tekil şahıs ağzıyla bir Hilmiye bir Rahmi olarak aynı olayı iki farklı bakış açısıyla ele alıyor ya, sevginin ne kadar değerli bir kavram olduğunu ince ince işliyor beyinlere… Önce akıl ile ruhu karşı karşıya getiriyor, çelişkiler, ihtimaller, zaaflar biri bir ortaya döküldükten sonra aşkı bir sokuyor satır aralarına, hadi bakalım çıkın çıkabilirseniz işin içinden… İster istemez bir Hilmiye bir Rahmi olup, ben olsam ne yapardım diye düşünmekten iflahınız kesiliyor…

Bununla bitmiyor…

Roman ilerledikçe o en başta vurulan gencin sevgilisi, annesi de kurguya dâhil oluyor ve bu defa 1. Tekil şahıs olarak onların iç dünyasına adım atıyorsunuz. Sonra anlıyorsunuz ki kahramanlar birbirleriyle ilişkili; ev sahibi, kiracı ilişkisi bu.

Yazarın daha evvel ‘Yaşasın Yaşamak’ adlı eserini okumuş oradaki Mehmet karakterinden etkilenmiştim. Başlangıçta Mehmet’in, kendisini terk edip giden uçarı, hoppa, ayrangönüllü sevgilisi için gözyaşı dökmesine sinir olup salakça bulmuşken, devamında yazarın ikna ediciliği sayesinde ‘aşk’ kavramının yüceliğini sorgulamayı ve kıyaslamayı öğrenmiştim. BEN MELEK adlı bu eserde de benzer biçimde ters köşelere yattığımı itiraf etmem gerekiyor. Ancak bu eser aşktan ziyade olaylara ve duygulara yoğunlaşıyor. İnsanlar önemli kararlar alırken yalnızca içinde bulundukları şartların ihtimallerini değerlendirdikleri için sonuçlar değişen beklentileri karşılamıyor. Hepimizin başında…

Neyse ki Hilmiye son anda bebeğini doğurup doğurmama arasındaki nihai kararını veriyor… Bu haliyle bile roman bir duygu kasırgası estirip bitecekmiş gibi duruyorken bitmiyor. Bir kaç sayfa daha var geride…

Dikkatli okuyucuların gözünden kaçmayacak ilginç bir detaya değindikten sonra geleceğim kitabın sonuna. Ümit İhsan adını kullanan yazarın aslında tam adı Ümit İhsan Yaşar Şengür… Belki milyon kez, ‘neden bu kadar uzun isim?’ sorusuyla karşılaşmış olması muhtemel yazar, eserin yan karakterlerinden birisinin bebeğinin adını Ümit İhsan Yaşar yapıvermiş ve neden böyle bir isim olduğunu da bebeğin annesi Nazife karakterinin ağzından detaylıca açıklamış. Bu kadar uzun bir ismin altında yatan gerekçe de ilginç tabii, okuyup anlayın… İleride adı çok duyulacak bir yazarın adının ilginç hikâyesini de böylece öğrenmiş olursunuz. İşte burada yazara naçizane bir tavsiyede bulunmadan geçmem mümkün değil: Ümit İhsan, bundan böyle artık adının manasını soranlara açıklama yapmak yerine ‘BEN MELEK’ adlı romanı alıp oradan okumalarını söyleyebilir rahatlıkla. Böylece, Ümit İhsan yaşadığı sürece –ömrü uzun olsun- bu soruyla sürekli karşılaşacağı için “BEN MELEK” romanlıktan çıkıp kazançlı bir hisse senedine dönüşecektir haliyle. Malum, sonuçta günümüzde iyi olandan ziyade iyi pazarlanmış eserler daha fazla alıcı buluyor. Fena mı, böyle iyi bir eser, iyi de pazarlanmış olur…

Bu küçük anekdotun ardından sonuca gelelim.

Buraya kadar romanın “Biterken” adlı son bölümünü özellikle okumamıştım. Ben sonucun nedenleri unutturduğuna inanırım. Gerçek yaşam da böyledir, romanlar da… Nedenler unutulunca gözlem sağlıklı yapılamaz, sorgulamalar eksik kalır… İşte, buradan sonraki cümleleri kitabın sonunu getirdikten sonra yazıyorum.

Başlarda şöyle bir cümle kurmuştum ve bu cümleyi kurarken eserin sonundan haberim yoktu: “İnsanlar önemli kararlar alırken yalnızca içinde bulundukları şartların ihtimallerini değerlendirdikleri için sonuçlar değişen beklentileri karşılamıyor…” Evet, böyle demiştim ama Hilmiye bebeği doğurmaya karar vermekle benim bu savımı yerle bir ettiği gibi bir de ağzımı açık bırakmasın mı? Hayır, ne olduğunu söylemeyeceğim çünkü romanın sonundaki iki üç sayfa, beyin trafiği açısından geride kalan yüz kırk sayfaya bedel…

Velâkin yazar kızmazsa küçük bir ipucu vereceğim. Romanın adındaki ‘Melek’ yazarın sevgili eşi… Yukarıda değindiğim gibi kendi adının açılımını da satır aralarına sıkıştırmış… ‘E, ne var bunda,’ demeyin. Bunu aklınızın bir köşesinde tutarak okuyun, düşünün, sarsılın ve sonra bu romanı kütüphanenizin en nezih yerine koyun…  Bir kaç ay sonra yeniden okumak isteyebilirsiniz çünkü.