KUTSAL ADALET – (Mehmet Mollaosmanoğlu) adlı romandan bir bölüm…

Kent merkezindeki bir iş hanının birinci katındaydı Tayfun Deste’nin ofisi… Sekreter kızın haber vermesiyle kapıya gelen genç mimarın yüzü ani değişti. Çizgili siyah takım elbisesinin gölgesi düşmüş gibi oldu yüzüne, beyaz teni esmerleşti birden. Sıkıntıyla, sarıya çalan açık kumral saçlarını iki eliyle tarar gibi arkaya attı. Kahverengi gözlerine bariz bir endişe oturdu. Tüm bu olumsuz ruh haline rağmen onun yakışıklı bir adam olduğunu düşündü Avukat Emine. Daha yaşlı birisiyle karşılaşacağını ummuştu, en fazla otuz beşinde görünüyordu.

Telaşlı ve kaygılı görünerek içeriye aldı haciz memuruyla ikisini.

Büyük sayılabilecek bir odaya geçtiler, Tayfun Deste masasına çöker gibi oturdu, Avukat Emine de genç haciz memuruyla öndeki rahat kumaş koltuklara karşılıklı oturduktan sonra ortadaki cam sehpanın üzerine koyduğu çantasından pembe renkli haciz dosyasını çıkardı. Pembenin bu tonunu severdi, para demekti çünkü.

“Tayfun Bey, gelmemek için çok direndim ama görevimi yapmak zorundayım, tebligattan sonra neredeyse bir ay geçti ve hiç ödeme yapmadınız.”

“Bütün mal varlığıma tedbir kondu, ne arabamı satabiliyorum ne de üç dairemden birisini…” diyen genç adamın üzgün, dahası mahcubiyet içinde olduğu belliydi.

“Bunlar sizin sorununuz, bizim görevimiz parayı tahsil etmek,” diye gözlerini kısarak baktı adama.

“Görevinizi yapacaksınız elbette, ama anlayış da bekliyorum sizden. Ortağımın bana ciro ettirdiği şirketimizin çekleriyle mal aldığını zannediyordum, meğer tefecilerden para alıyormuş. Gerçekleri öğrenince panikledim. Babam duyarsa kalbine iner diye düşündüm, bu yüzden ikinci hatamı yaptım; ödeme yapmam için bana süre tanımaları karşılığında çekleri geri alarak iki hatta üç katı meblağlar karşılığında ikişer ya da üçer aylık süreler aldım. Sonra malum, ekonomik kriz…” diye durakladı. Bu birkaç cümlelik konuşmayla bile yorulmuş göründü. Anlıyordu Emine; başa geleni hazmedememek ve inanamamak… Ancak o işine odaklıydı, karşısındakinin ruh haline değil. “Ekonomik kriz ofisimin iş hacmini düşürünce kısmi ödemeler yapabildim… Evet, o verdiğim senetlerdeki meblağların büyük bir kısmını parça parça ödedim ancak borçlu olduğum kişiler aldıkları paralar karşılığında belge vermedikleri gibi o paraların faiz olduğunu söyleyip geçtiler…”

“Belge almadan ödeme yapılır mı?” diye konuştu bir öğretmen disipliniyle Emine.

“Başlangıçta beni zorlamayarak böyle kısmi ödeme yapmamı kabul etmelerini minnetle karşıladığımdan, bu iyi insanlardan bir de belge isteyerek ayıp etmeyeyim diye düşünmüştüm…” Durdu birkaç saniye düşündü, “Yani ben öyleyim, aldığımı da verdiğimi de asla inkâr etmedim ve herkesi öyle zannediyordum. Nereden bilebilirdim ‘alabildiğimiz kâr’ mantığıyla hareket ettiklerini. Yaptığım ödemeleri hiç dikkate bile almadan senet miktarı üzerinden icraya kondu evraklarım. Aldıkları paralar için de faizdi deyip geçtiler. Üç ayda ana paranın yarısı nasıl faiz oluyor, nasıl vicdandır bu?”

“E canım siz de pek safmışsınız, hadi fazladan para ödediniz filan ama madem sıkıntıya düşeceğinizi sezdiniz mallarınızı başkalarının üzerine aktarsaydınız,” diye aldırmaz bir tavırla burnunu çekti Emine.

“Bunu söyleyenler oldu ama yapamadım, bir sahtekâr gibi, bir dolandırıcı gibi hissedecektim kendimi. Dürüst olmayı tercih ettim. O paraları ödeyeceğime inanıyordum çünkü” diyerek sağ elini istemsiz saçlarında gezdirdi.

“Sen salaksan ben napayım,” diye geçirdi içinden. “Neyse, bu dosyayı nasıl kapatacağınızı söyleyin şimdi bana,” diye konuştu donuk bir ifadeyle.

“Bakın yirmi bin Türk Lirasını tek seferde ödemem imkânsız. Az önce söylediğim gibi müvekkilinize en az dokuz bin lira para ödedim son üç ay içinde. Defalarca konuştum kabul etmiyor, faizdi o diyor. Bari mağduriyetimi düşünerek ayda beşer bin lira ödeyerek bu dosyayı kapatma fırsatı verin. Ben de cebimden çıkan fazla parayı ‘akıl parası’ olarak kabul edip avunayım.”

“Bunu kabul edemem,” diye başını salladı sağa sola. Daha pek çok dosyası vardı adamın, diğer hacizler başlamadan işini sağlama alması gerekiyordu. “Bir haftalık ödeme taahhüdü vereceksiniz bana.”

Genç adamın yüz ifadesi değişti, alt dudağını kanatırcasına ısırdı, saçından çektiği sağ elini yumruk yaptı…

“Mümkün değil ki böyle bir şey. Bir haftada bu parayı temin etmem çok zor.”

Emine karşısında oturan memura baktı ve “Muhafaza yapalım,” dedi. Böyle durumlarda lafı uzatmanın can sıkıntısından başka bir sonuç doğurmayacağı tecrübeyle sabitti.

Genç adam bu ne demek der gibi tedirgin bir bakış attı memura.

“Avukat Hanım’ın isteğiyle ofisteki eşyaları yediemin deposuna kaldıracağız,” diye açıklama yaptı minyon tipli, yuvarlak yüzlü bıyıklı esmer memur. Bir duygu ifadesi sezilmiyordu bakışlarında, daha çok bir an önce bitse de gitsek havasındaydı.

“Nasıl olur…” diye kekeledi. Yüzü matlaştı, gözleri aşağı düştü genç adamın. “İş hayatım biter o zaman…” Öfkesini frenlemek ister gibi yumruk yaptığı elini açarak parmaklarını oynattı rastgele.

“Eğer bir haftalık ödeme taahhüdünü kabul etmezseniz olacak olan bu,” diyerek önündeki pembe doyanın üzerinde duran ellerini birbirine kenetledi Emine.

“Peki bilgisayarlarımı alırsanız nasıl proje çizeceğim, nasıl döndüreceğim ofisi söyler misiniz?” diye baktı kontrol ettiği beli öfkesiyle.

“Kanun bu hakkı vermiş bana, kanunsuz hiçbir şey yapmıyorum,”

“Böyle kanun mu olur?” diye bağırdı genç adam. Dudakları titremeye başlamıştı. “Nasıl bulursan bul ama bul mu diyor bu kanun? Hırsızlık yap, başkasını dolandır ama parayı bul, öyle mi? Kanun insanı yolsuzluk yapmaya iter mi? Para bu avukat hanım, bahçeden toplanacak sebze meyve değil, evdeki raftan alınacak kap kacak da değil… Para! İnsanların ahlâkını bozan, yardımlaşma denen erdemi yok eden, artık bir suç kaynağı haline gelmiş olan kötülüklerin tanrısı para… İyi insan olmak, çalışkan olmak, dürüst olmak yetmiyor para girince işin içine. Bul, nasıl bulursan bul ama bul ha! Yok işte, hırsızlık yapamam, dolandırıcılık ta, zamanında iyilik yaptığım, maddi ve manevi destek verdiğim insanlar şimdi tanımazdan geliyorlar, akrabalarım dedikodu üretmekten başka bir şey yapmıyorlar, ne yapacağım ben? Kendimi pencereden atıp öleyim, tek yol bu mu? Borçluysan yaşama diyen bu kanunları kim yaptı ha?”

Cevap vermedi Emine. Böyle durumlarda kesinlikle muhatabıyla tartışma içine girmezdi.

“Parayı bir hafta içinde temin edemeyeceğim için işyerini yok etmenin borcu ödemeye nasıl bir katkısı olacağını anlatın, ikna edin beni,” diye devam etti Tayfun. Biraz daha kendini kontrol eder hale gelmiş, ses tonunu düşürmüştü.

“Taahhüdünüzü yerinize getirmediğiniz takdirde üç ay hapis cezası alacağınızı hatırlatayım,” dedi memur aynı anda.

“Yapmayın, bu kadar insafsız olmayın,” diye yalvardı. “Bir haftada bulunabilecek bir para değil bu.” Titreyen elleriyle alnına düşmüş kumral düz saçlarını geriye attı. Telaşlı, bitkin ve çaresiz bir görüntüsü vardı.

“O zaman muhafaza,” dedi donuk bir ses tonuyla Emine. Gözünü dosyaya dikmiş, alt dudağının kenarını hafifçe ısırarak Tayfun’un yüzüne bakmamaya çalışıyordu.

“Ofisin kapanması demek, gelirimin sona ermesi demek,”

“Avukat olarak görevimi yapmak zorundayım,” diye dalgın ve aldırmaz tavrını devam ettirdi.

“Bence sadece para tahsil etmeye hedeflenmiş bir robotsunuz,” diye sesini yükseltti genç adam. “Çünkü vicdan ve insanlık denen kavramlar yok şu anda ruhunuzda,” Ardından yaptığı çıkışa üzülmüş göründü ve sesi cılızlaştı, “Karşınızda para saklayan bir sahtekâr ya da dolandırıcı yok, borçlarını ödeyebilmek için çırpınan bir adam var,”

“Memur bey, telefon açın yediemine, iki hamalla nakliye aracını göndersin.”

“Bunu yapmaya vicdani hakkınız yok,” diyen Tayfun ağlamaklıydı artık.

“Tayfun Bey, size tavsiyem taahhüt verin,” diyen memurun gözlerinde bu defa bir acıma hissi oluşmuş gibiydi. “Taahhüdü vermeniz demek, hemen hapis cezasının çıkacağı anlamına gelmez. Avukat İcra Mahkemesine başvurur ve sonuçlanıncaya kadar üç-dört ay geçer. Bu sürede tamamlarsınız parayı. Eşyalarınızın kalkmasından daha iyidir,”

Ağa takılmış bir balık gibiydi ya aslında kanunlara takılmıştı, eşyaları gittiği zaman mesleğinin biteceğini düşünüyor olmalıydı. Kolay ikna olmuş göründü bu yüzden, “Peki, bir haftalık taahhüt vereyim ama götürmeyin bilgisayarlarımı. İçinde tamamlamam gereken projelerim var, parasını pulunu geçtim rezil olacağım müşterilerime,“ diyerek cılız bir sesle teslim olmuş göründü genç mimar.

Avukat Emine’nin gözleri ışıldadı. Dakikalardır sabit durduğu pozisyonunu bozarak başını kaldırıp genç adama baktı. Görevini iyi yapmıştı. Adamın durumu çok iyi görünmüyordu, borçlarını kısa sürede ödemesi imkânsızdı. Diğer avukatlardan önce davranarak kısa süreli bir taahhüt koparmayı başarmış ve öncelikle kendi dosyasının ödemesinin yapılacağının garantisini almıştı. Eh bu erken davranma işi biraz sağlam istihbaratçı olmasının yanında, icra memurunun eline sıkıştırdığı bir yüzlüğe de patlamıştı ama elini çabuk tutmayı becermişti. Yoksa bu ekonomik krizde patlayan icra dosyaları nedeniyle icra dairelerinden yakın tarihe haciz günü alabilmek epey zorlaşmıştı.

Muhafaza yapılmadan, ofisteki bilgisayarlar, klimalar, koltuk takımları icra dosyasına işlendi, ardından yediemin olarak Tayfun Deste’ye bırakıldı, ayrıca bir hafta sonra bu ödemeyi yapacağına dair bir de taahhüt imzalatıldı. İşini iyi yapmanın keyfiyle ofisten ayrıldı.

Ertesi gün alacaklı olan tefeci Eralp Nafiz aradı.

“Şu icra takibi yaptığın mimar var ya, Tayfun… Onun için yakın bir dostum aradı beni. Biraz zaman tanımamı, dürüst bir insan olduğunu, borçlarını ödeyebileceğini söyledi, istersen üzerine birkaç bin lira fark koy ve bir iki ay zaman ver.”

“Dosya sizin adınıza açılmadı ki…”

“Ama o dostum biliyor alacaklı olarak görünenin benimle olan ilişkisini.”

“Sakın taviz vermeyin,” diye telaşlandı Avukat Emine.

“Ne bileyim,” diyen sesi tereddütlüydü adamın. “Dostumu kırmak istemiyorum, belediyede etkili birisi o, hem çocukta dürüstmüş, iyi niyetinden zor duruma düşmüş.”

“Bakın Eralp Bey, insaf bizim mesleğin vebasıdır. Eğer sizin avukatınızsam bırakın hukuki kararları ben vereyim. Bir defa bu adam için açılmış en az yedi sekiz icra dosyası var. Üstelik bu kadar parayı kısa sürede bulup ödemesi imkânsız. Eğer biz kolaylık sağlarsak, bizden sonraki gelip alacak bulabildiği parayı, sonra öbürü, daha sonra bir başkası ve biz avucumuzu yalayacağız. Lütfen siz karışmayın bu işe.”

“Bahsettiğim belediyeci bize her zaman lazım, işimiz düşüyor sık sık…”

“Eralp Bey, lütfen,” diye kestirip attı. Kızmıştı. “Daha neler,” diye söylendi içinden. “Adam bunamış olmalı, kolaylık sağlamaktan bahsediyor,” diye söylenmeye devam etti. “İyilik meleği kesildi başıma, Allah Allah…”

“O zaman topu sana atıyorum ve avukatım müdahale ettirmiyor diyorum,”

“İyi edersiniz, Avukat Emine Ateşoğlu’nun hiçbir işini askıda bırakmadığını anlamış olmanız gerekirdi…” diye postasını koydu yaşlı adama. “Yine de bu yaştan sonra iyilik meleği kesildiyseniz gidin icra dairesine ve Tayfun Deste’nin borcunu yatırın bende icra takibinden kurtulayım,” diye de alay etmeyi ihmal etmedi.

“Tamam, tamam senle baş edemem ben,” diyerek teslim olmuş göründü adam, biraz da takdir tonu vardı sesinde.

“Hukukî işleriniz benimdir, karıştırmam,” diyerek bu defa neşeli bir tavır takındı ve saygı hürmet dilekleriyle telefonu kapattı. Sonra dâhili hattan sekreteri Sebahat’ı arayarak Tayfun Deste dosyasını getirmesini istedi.

Beş dakika sonra Sebahat elinde pembe dosya olduğu halde tıslayarak içeri girdi.

“Tayfun Deste’den dün bir haftalık ödeme taahhüdü aldım, yalnız ödeyebileceğini sanmıyorum,” diye baktı sekreterinin yüzüne. “Bu yüzden ödeme taahhüdü verdiği günün ertesine icra dairesinden gün al ve haciz için evine gidilsin,”

Sebahat’ın yüz kasları istemsiz oynadı birkaç defa, bir şey söylemek ister gibi dudakları kıpırdadı ancak sonra sakinleşmiş görünüp, “Peki Mine Hanım,” diyerek geri döndü.

“Neyin var senin?” diye seslendi arkasından.

Tam kapıdan çıkmak üzereyken başını geri çevirdi, “İlahi adaletten bahsederler ama yok galiba, olsaydı bu tefeci Eralp Nafiz denen adam belasını çoktan bulmuş olurdu,” diye pufladı.

“Ukalalık etme Sebahat!”

İri gözlerini açıp yüzünü buruşturan sekreter hiçbir şey demeden bol, çizgili elbisesinin saklamaya yetmediği iri poposunu sallayarak çıktı gitti.

Sekiz gün sonra Tayfun Deste’nin evine gidildi bu defa. Çünkü sadece iki bin Türk Lirası gibi küçük bir miktar ödeme yapabilmişti genç adam.

Beyaz mermer kaplı geniş ve ferah bir merdivene bakan çelik kapı yavaşça açıldı, tedirginliğini belli eden ürkek bir çift yeşil gözün yılgın rüzgârından etkilenir gibi oldu, çabuk toparladı kendini.

“Ben Avukat Emine Ateşoğlu, Siz Tayfun Bey’in eşi olmalısınız!” dedi. Bir yandan da dışarıda hava buz gibi soğuk olduğundan üşümüştü, bir an önce sıcak bir ortama girme arzusu duyuyordu.

Kadın başını öne sallayarak sessizce kenara çekildi ve içeri girmeleri için yol açtı.

Sıcacıktı içerisi, bununla beraber evin havasına musallat olmuş yaman bir hüznü algılamamak imkânsızdı. Hicrana yer açmazdı ne ruhunda ne aklında, bilirdi ki hicranla insafın kıblesi aynıdır. Karşısındakine baktı kadınca duygularla.

Sarışın, yeşil gözlü, solgun yüzünde mahcubiyet ifadesi olan bir kadındı Derya Deste. Belli ki karışık saçlarını kapı çaldığı için alelacele toplayıvermişti tepesinde. Ailece başlarına gelen bu felaketin etkisinde görünüyor, daha çok böyle bir durumla karşı karşıya kaldığı için utanç duyduğunu hissettiriyordu karşısındakine.

Geniş ve lüks döşenmiş salona aldı ikisini. “Eşimi arayayım da gelsin,” diyerek cebinden telefonun çıkarmıştı ki, beş yaşlarında görünen, üzerinde pembe eşofman olan sarışın bir kız çocuğu koşarak girdi salona.

“Anne misafirler kim? Daha önce hiç görmemiştim ben bu amcayla teyzeyi!”

“Babanın arkadaşları, şimdi odana git kızım, ben babanı çağıracağım.”

“Kötü görünüyorsun anne,” diye yüzünü buruşturarak baktı.

Zoraki olduğu belli bir gülümseme takındı kadın, “Yok canım, nereden çıkarıyorsun. Hadi git bilgisayarının başına.”

Kız gitmek için adım atmıştı ki aklına bir şey gelmiş gibi başını geri çevirdi. Emine ile göz göze geldiler. Nefret mi vardı o bakışlarda yoksa hüzün mü anlayamadı. Hüzün olmamasını diledi, hüzün uyuşturucu gibiydi, nefrete razı oldu ve çantasından pembe dosyayı çıkararak önündeki sehpanın üzerine koydu. Küçük kız, koşarak odasına giderken kadın kocasını arayarak eve gelmesini istedi.

Ardından derin bir sessizlik çöktü içeriye, bembeyaz halıların ve duvarların ferahlık kattığı salon karanlığa çekilir gibi oldu. Kırmızı gül desenli beyaz koltuklar bile kasavet unsuru oluverdi bu gergin bekleyişin geçmeyen dakikalarının içinde. Bir muhabbet kuşunun sesi yardı ortalığı, küçük kızın muhabbet kuşuyla cilveleşmesine tanık oldu kulaklar ve aynı hanede tasayla neşe birbirinden habersiz kısmet yaratmaya devam etti aheste…

On dakika sonra Tayfun evdeydi.

“Ofisime geldiniz, taahhüdü ihlalden dava açtınız ama eve gelip çocuğumla karımı huzursuz etmeseydiniz keşke,” diyerek oturdu bir koltuğa. Gri takım elbisesinin rengi mi yüzüne vurmuştu yoksa beyaz teni mi esmerleşmişti anlamak zordu.

“Taahhüdünüzü yerinize getirmediniz, bir hafta dedik ama on beş gün oldu,” diye baktı genç adamın öfkeyle karışık tedirginliğin hâkim olduğu gözlerine.

“Temin edebildiğim parayı getirdim, birkaç gün sonra beş bin lira daha ödeyeceğim.”

“Ve böyle bu borç bitecek öyle mi?” diye tek kaşını kaldırdı ve saçlarını geriye attı aynı anda.

“Mallarıma tedbir koydunuz, yakında satışa çıkaracaksınız, elimden bir haftalık taahhüt aldınız, hapis istemiyle dava açtınız ve hâlâ bu işten zevk alırmış gibi ofisten sonra evime geliyorsunuz,” diyerek ses tonunu yükseltti Tayfun.

“Siz bu parayı ödeyecek misiniz ödemeyecek misiniz, bunu söyleyin bana.” Adamın sesini yükseltmesine sinirlenmişti.

“Az önce söyledim üç gün sonra beş bin lira daha ödeyeceğim.”

“Bu yetmez,”

“Bakın yirmi bin lirayı hemen bulma imkânım yok. İki ay süre zarfında öderim inanın bana.”

İcra memuruna bakarak “Muhafaza yapacağız,” dedi Emine.

O ana kadar hiç sesi çıkmayan kadın kocasına bakarak cılız bir sesle sordu; “Muhafaza yapmak ne demek?”

“Eşyaları götürecekler,” dedi adam başını öne eğerek.

Kadının gözleri açıldı, bir pantere dönmüştü aniden.

“Bu evde sadece alacaklı olduğunuz insan değil, masum bir çocukla, borçtan dolayı hiç günahı olmayan bir kadın da yaşıyor. Sizin eviniz çocuğunuz yok mu, siz kadın değil misiniz? Hiç mi yüreğiniz sızlamayacak?” derken dudakları titremeye başlamıştı.

Emine aldırmadı kadının çıkışına ve memura yediemin deposunu aramasını söyledi. Memur yediemin deposundan iki hamalla bir nakliye aracı isterken Derya Deste ağlıyor, Tayfun ise bitkin bir vaziyette önüne bakıyordu.

“Hadi ben kocamın sıkıntılarını göğüsleyebilirim de bu küçücük çocuğun suçu ne?” diye bağırmaya devam etti kadın. “Minicik bir yavruya yaşatacağınız bu travmanın manevi yükünü nasıl taşıyacaksınız?”

“Borçlanırken babası düşünecekti bunu,” diye soğuk bir ifadeyle yanıtladı, Öbür taraftan da dosyanın içindeki belgeleri karıştırıyordu.

“Bari eve dokunmayın, ofisteki eşyaları götürün,” diye cılız bir sesle yalvardı aynı esnada Tayfun.

“Bir hafta içinde bu parayı temin etmezseniz ofisin eşyalarını da götüreceğim.”

“Kaç para edecek bu eşyalar? Yediemin deposunda çürüyeceğini benden iyi biliyorsunuz. Buna rağmen bu kadar acımasız olabiliyorsunuz!”

Yanıt vermedi. Böyle durumlarda söz yarışına girilmeyeceğini iyi biliyordu.

“Eşyaları götürmek çözüm mü, size bu parayı ödeyeceğim diyen bir adam var karşınızda,” diye umutla baktı Derya yaşlı gözlerle.

Bir kez daha yanıt vermedi. Elindeki pembe dosyanın içindeki bir kâğıda evden alacağı eşyaların dökümünü yapmaya başladı.

Bembeyaz bir kâğıda…

İçeride artık sessizlik vardı, sadece kalemin kâğıt üzerinde çıkardığı hışırtıdan başka ses duyulmuyordu. Yazdıkça adeta kirleniyordu kâğıt. Kalem, kocaman bir beton taşıyıcısının hortumu gibi kusuyordu hoyratça, kelimeler karın üzerine atılmış çöpler gibi yan yana diziliyordu insafsızca. Her şeye inat hâlâ içeriden küçük kızın muhabbet kuşuyla olan oyununun şen sesleri geliyordu. Kalem çiziyordu kâğıdı, küçük kızın sesi ise mutluluğun resmini çiziyordu gönüllere. Kalem insafsız bir gardiyan misali soğuk duvarların çevrelediği yedi emin deposuna atıyordu eşyaları bir bir, küçük kızın sesi ise sıcacık bir güneş gibi doğmaya çalışıyordu buz tutmuş gönüllerin üzerine.

Ne ufaklığın güneşi yetti ısıtmaya gönülleri, ne de gardiyan yoruldu; eşyalar yazıyla kelepçelendi ruhsuz biçimde.

Salondakiler yazıldı: plazma televizyon, koltuk takımı, yemek takımı, 18 btu klima, varak çerçeveli yağlıboya tablo, gümüş şamdan…

“Mutfağa geçelim,” dedi Emine ayağa kakarken.

“Yapmayın lütfen,” dedi Derya bir kez daha.

Aldırmadı, salonun karşısındaki mutfağa girdi. Yazmaya başladı; buzdolabı, çamaşır makinesi, bulaşık makinesi, elli bir ekran klasik televizyon, köşe takımı, bambu yemek masası, 12 btu klima… “Fırını bırakıyorum,” diye baktı Derya’ya. Yaşamak için gerekli olan şeyleri almıyoruz,” dedi lütufta bulunurmuş gibi.

“Sorun değil, onu da alın. Nasıl olsa alamayacağınız daha değerli şeyler var hayatta…” diye yanıt verdi Derya.

“Ne gibi?” diye sordu öylesine. Hani kadını önemsemezmiş gibi görünmemek için, kim bilir belki de kuytuda olduğunu bildiği vicdanını bir nebze rahatlatmak için…

“Mutluluğu Emine Hanım, mutluluğu. Doldurun depoları malla, kasaları parayla, mutluluğu nereye koyacaksınız?”

Evet, gerçekten yanıt vermemek en iyisiydi. Bu türlü feveranlara alışıktı ancak bu defa biraz daha yüreğe işleyen, sarsan bir yanı vardı. Aldırmadı, işine devam etti. Mutfaktan sonra yatak odalarının bulunduğu koridora girdiler. İlk odada küçük kız bilgisayarının başında oyun oynuyordu. Onları görünce şaşkın gözlerle baktı.

Emine pembe dosyaya bilgisayarı da yazarken Derya, “Lütfen… Bari o kalsın. Kendi çocuğunuzu düşünün… Bunun açıklamasını yapamam ona,” diye kızarmış gözlerle baktı.

“Ayırım yapamam, bulduğum her değerli eşyayı götürürüm” dedi.

“Derya sen kızımızı al ve komşuya geç,” dedi adam.

“Ben onların kötü insanlar olduğunu ilk gördüğümde anlamıştım,” diye suratını astı küçük kız. “Hem hiçbir yere gitmem ben. Bilgisayarımı da vermem!”

Bu defa gerçekten nefret vardı ufaklığın yosun yeşili gözlerinde. Küçücük pembe dudakları solgun bir gonca gibi büzülmüştü. Hemen arkasındaki kafeste oraya buraya zıplayıp duran muhabbet kuşu huzursuzluğunu belli edercesine bağırırmış gibi öttü.

İcra memurunun telefonu çaldı o esnada. Üçüncü kat, altı numaralı daireye çıkmalarını söylerken ters ters baktı sesini kesmeyen muhabbet kuşuna.

“Nakliye aracı aşağıda, iki hamal eşyaları götürmek için geliyor,” dedi memur soğuk ve donuk ifadesiyle. Bir depo görevlisi gibi duygudan uzak, eşyalar bir an önce toparlansa da gidilse havasında…

“Hadi Derya,” diye ufaklığı işaret etti Tayfun.

“Hiçbir yere gitmem ben, “ diye bağırdı kız. “Bilgisayarımı almalarına izin vermeyeceğim,” diyerek monitöre sarıldı. Kuş can derdine düşmüş gibi ötmeye devam ediyordu.

“Görüyorsunuz,” dedi kadın Emine’ye. Ne olur bilgisayar kalsın.”

“Kızınızı bu kadar çok seviyorsanız parayı ödeyin. Yapabileceğim bir şey yok,” diye kestirip attı. Kapının zili çaldı aynı esnada.

Hamallar gelmişti.

Derya’nın ruh hali bir daha değişti, bir başka duyguyu daha tadıyor olduğunu belli etti. İnsan kendi evine yabancılaşır mı? İşte o tedirginlikle bir hamallara baktı, bir icra memuruyla Emine’ye. İlk defa evinin sahibinin kendisi olmadığı gerçeğiyle yüz yüzeydi. Alıştığı kanıksadığı düzenin bozuluyor olmasının verdiği hezeyanı taşıyordu hareketlerinde, yüz ifadesinde…

“Hiç mi insafınız yok,” diye bağırdı. Bu kadar mı taş kalplisiniz?” Kontrolünü biraz daha kaybetmiş göründü.

Emine aldırmadı, hamallara salondan başlamalarını söyledi. Derya’nın hareketleri ve tavırları tutarsızlaştı, ağlıyor bir yandan da mırıldanarak bir şeyler söylüyordu. Kim bilir belki de lanet okuyordu. Tayfun şaşkın, bitkin bir yandan karısını sakinleştirmeye çalışıyor, öbür taraftan Emine’ye yalvarıyordu.

Ancak aldırmadı, hiç oralı olmadı Emine, gayet soğukkanlı biçimde talimat vermeye devam etti…

Ve uzun sürmedi, yarım saatte eşyalar aşağı inmişti bile. Yalnızca küçük kızın bilgisayarı kalmıştı. Onun odasına yürüdüler.

Elinde bir ekmek bıçağıyla bekliyordu ufaklık. Boncuk gözlerine yerleşmiş kin, insanoğlunun adalet sisteminin eseriydi. Aklına ve ruhuna dakikalar önce tohumlanmış, yeşerip serpilecek bir korku saflığına karışan ilk nüveydi. Ve minicik aklıyla insanın insana neler yapabileceğini öğreniyordu, insanların korkulması ve korunması gereken varlıklar olduğunu da… Sarı tüylü muhabbet kuşu omzundaydı, kötü insanlara nispet eder gibi, art niyetsiz, fedakâr…

“Bilgisayarımı vermem,” dedi düşmanca bakarak hamallara.

“Ablacım yapma bunu, hepimizin çocuğu var,” dedi iri yarı yapılı esmer sakallı hamal.

“Görevini yap sen,” diye bağırdı Emine. Sonra icra memuruna bakarak, “Özellikle mi seçtin bu iyi yürekli masal devini?” diye çıkıştı.

Derya kızının elinden bıçağı alarak kenara koydu ve onu kucaklarken kanatlanan kuş Emine’ye doğru ani bir hamle yapıp, sarı tüylerinin bir kaçını dökerek kafesine geri döndü. Korkan Emine dudaklarını ısırırken bir taraftan kahverengi tayyörüne düşen tüyleri silkeledi…

“Bırak kızım, senin gibi masum bir çocuğa bunu yaptığı için Allah onun cezasını verir nasıl olsa. Biz yeni bilgisayar alırız sana, ama o huzuru alabilir mi, bilinmez…” diye avutuyordu kızını aynı esnada Derya.

Çocuk boynunu büktü ve hamalların kucakladığı bilgisayarının arkasından hüzünlü gözlerle bakakaldı.

Emine kapıdan çıkarken başını geri çevirdi. Ufaklığa bakmamaya çalışarak, “Bir hafta sonra bu para ödenmezse ofisteki eşyaları da götüreceğim unutmayın,” dedi. Buna rağmen kin dolu küçücük iki göz beyninin bir köşesine ur gibi yerleşti. Bir de kafesinde ağıt yakan muhabbet kuşunun sesi…

“Yüce Yaradan sizin karşınıza sizden daha zalimi çıkaracak bir gün, işte o zaman boynunu büktüğünüz bu küçük kızı anımsayın,” diyen Derya’nın sesini duydu önce. Ardından hamalın kadına, “Merak etmeyin mutlu avukat çok azdır yeryüzünde,” diye fısıldadığını duydu en son. Hamala haddini bildirirdi de, tuhaf hissetti kendini, yüreğine de iğne batar gibi oldu. İlk defa böyle bir duygu yaşıyordu.

Gözünün önünde küçük kızın hüzünlü bakışları olduğu halde indi basamakları…

Bir de kulağında hâlâ bağırarak ötüp duran muhabbet kuşunun sesi…