KB_9789944025249 Çocukken, aile adımızı taşıyan camiye gitmem konusunda gayet ısrarcı ve otoriterdi muhafazakâr babaannem. Ona göre hiç olmazsa Cuma günleri namaz kılarak ibadet etmem, yaz tatillerinde de Kuran kurslarına katılarak İslâm Dini’ni öğrenmem gerekiyordu. Nitekim onun dediği de oldu. İlkokul öncesi yıllarımdan başlayarak ortaöğretimin sonuna kadar, belki Cuma Namazları sürekli olmadı ama her yaz tatilinde aksatmadan din ve Kuran kurslarına katıldım. Düşünüyorum da… O zamanki idrakimle bana Cuma Namazlarını acele terk ettiren faktörün namaz öncesi verilen vaazlar olduğunu şimdi anlayabiliyorum… Çocuk aklımla bile, “Televizyon evlere girdi, ortalık namahrem kadın görüntüleriyle kirlenmekte, kim evine televizyon sokarsa bilsin ki Cehennem ateşiyle yıkanacak…” diye bağıran bir imam beni ikna etmekten uzaktı. Televizyon izliyordum ve yeni şeyler öğreniyordum, başka hayatlar görüyor, aklımın sınırları bir balon kabilinden genişliyordu. Nesi kötüydü bunun? Kadın görmek, kadın sesi duymak neden sorun oluyordu?

(Şimdi anlıyorum, kadınlar daracık beyinlerde böyle böyle cinsel obje haline sokuluyormuş meğer, meğer bundanmış çocuk-yaşlı demeden, heykel-resim demeden gördüğü her dişi objeyle tahrik olmalar, tahrik olmaktan korkmalar, sonra da karısını kızını saklamalar, kapatmalar….)

Ya Kuran kurslarındaki hocanın öğrettikleri! Ne yaparsan yap Cehennem’den kurtuluş yoktu. Neredeyse Cehennem’de yanmadan Cennet’e girebilme ihtimali de yoktu. Anaya babaya ‘of’ demek bile cayır cayır yanma sebebiydi. Oysa çocuktum ve bazen naz yapıyordum. Ya da arada derdimi anlatamıyordum da kızıyordum anneme. Ama bu onu çok sevmeme engel değildi ki. Böyle küçücük insanî tepkilerle bile yanacaksam, Allah, sırf Cehennem’de yakmak ve cezalandırmak için bizi yaratmış olmalıydı!

Bunlar o günkü çocuk tepkilerimdi. Bu gün düşüncelerim değişti elbet, Kuran’ın şeklî değil, ruhanî ve derin bir kitap olduğunu biliyor, İslâm Dini’ni de kendi fikrimce anlayabiliyorum.

İşte, elime Burak Özdemir’in Levh-i Mahfuz’unu alıp okumaya başladığım andan itibaren çocukluğumda algıladığım ‘dini’ düşündüm durdum. Peşin söyleyeyim; bu eserde beni ikna etmeyen bölümler yok değil, var. Ancak ikna olmamam, ikna olmadığım konuları düşünememe de engel değil. Yani demem o ki, bir kitabın ikna etmeyip, ancak bunun yanında düşüncelere sevk etmesi önemli bir özellik, pek yabana atılmamalı. Kim bilir, belki milyarlarca farklı beyin milyarlarca farklı doğru yarattığı için kolay ikna olmak da tercih edilesi bir durum olmayabilir. Levhi Mahfuz’un aklımı tırmıklayıp duran bölümlerine geçmeden evvel eserin kısa bir tanıtımını yapmamda fayda var:

Benim elimdeki Versiyon 2.0… Yani daha önce yayımlanmış ‘Tanrı’nın Doğum Günü’ adlı kitaba bu defa ‘İndigo Mehdi’ eklenmiş. Bu yüzden de çift yönlü okunulacak gayet kalın bir eser haline gelmiş. Ancak ben şimdilik yalnızca A yüzünü yani ‘Tanrı’nın Doğum Günü’ adlı ilk bölümü inceleyeceğim. B yüzü, “İndigo Mehdi’ daha sonra…

İç kapaktaki tanıtım yazısının içinde geçen “Bu kitap inançsız bir elden çıkmadır,” notu ilk durağım oluyor; son derece anlamlı buldum. Neden anlamlı? Çünkü bunun, yazarın sık sık dem vurup durduğu, Kuran’ın bütününe yayılmış ‘kriptolar‘ türünden algılanması gereken bir tabir olduğuna karar verdim. Yani demek istiyor ki; “Kuran’ın derinliğine inemeyip yalnızca yüzeysel anlamlarla eğitilip korkutularak ‘dizginlenebilecek’ kabiliyetteki insanlardan değilim. Kısaca günümüz inançlı kalıbının daha dışındayım. Bu yüzden hiçbir görüşün, hiçbir cemaatin etkisinde kalmadan tıpkı Kuran’ın emrettiği gibi ‘ferdi’ araştırmalarımın ürünüdür bu eser… ” Katlıyorum. ‘Göl Kuramı’ bu düşünceyi gayet net biçimde açıklar.

(GÖL KURAMI: Çoğu insan göle kenarından bakar ve yalnızca rüzgârla dalgalanan bir su yüzeyi görür. O yüzeyde çevredeki ağaçların ve dağların yansıması vardır, bir de bazen su yüzüne çıkıp atlayan balıkların akrobasisi… Bütün bunlar gölün altında neler olduğunu anlatmaya yetmez. Çoğunlukla gölün altını bir başkasından dinlemek en kolay yoldur. Oysa gerçekler izafidir ve her gözlemci gördüğünden farklı sonuçlar çıkarmaya meyillidir. Bu nedenle her anlatıcı aynı şeyi görse de gördüklerini kendi öz algılarıyla birleştirir ve başka başka ifadelerle aktarma yolunu seçer. Bazı şaklabanlar ise gölün altında ne olduğunu dahi bilmeden kendi masalını bina ederek gerçekmiş gibi anlatır. Bütün bu yanılsamalardan kurtulmak ve hakikate ulaşmak için kişi, gölün altını kendi gözleriyle görmeli, kendi kulaklarıyla duymalı ve kendi aklıyla değerlendirmeli.)

Gelelim içeriğe: Yazar ile Dona adını almış Tanrı’nın MSN konuşmaları biçiminde kurgulanmış bu eseri, yaşama dolayısıyla dine de düz mantıkla bakan, kalıpları olan insanların en baştan reddedeceğini söylememe gerek yok. Ancak Dona zaten peşin peşin, “Kuran düz bir duvar değil, kutsal bir tüneldir,” deyip “600 lü yıllardan dünyanın sonuna kadar geçerli olacak bir kaynak,” olduğunu da ekleyince benim gibi ‘inançsız’ kelimesinin kriptosuna hâkim olanları hemencecik ikna ediveriyor ve Kuran nere, MSN nere kolaycılığına düşürmüyor. Eserde, Kuran’ın yüzeyselliğinden derinliğine inme mütalâası esnasında konuyla ilgili ayetlerin sıralanması ve irdelenmesi güçlü bir araştırmanın sonucu bu eserin ortaya çıktığı teziyle ilgili akıllarda şüphe bırakmıyor. Hatta yazarın Kuran ve ayet bilgisiyle ilgili bolca hayranlık uyandırıyor. Tâbii söyleşi boyunca güncel konulara da değiniliyor ve bu esnada İslâm Dini’nin günümüz imajı da sorgulanıyor. Bu bölümler içinde bana en çok, ‘hah tamam!’ dedirten kısım, Google’da, İngilizce olarak İslâm-Mohammad ve İslâm-Bin Laden aramaları yaptırıldığında, ikinci şıkkın ilkinden daha fazla sayfada yer alıyor olmasıydı. Ve tam burada yazarın şu haykırması gayet etkileyici… “Dona inanmıyorum! İslâm, peygamberiyle değil bir teröristle birlikte anılır olmuş!”

Kafamı karıştıran yerlere gelince… Gerçi kitapta o kadar çok konu ve bunlara bağlı detaylar var ki, öyle tek bir okunuşta sindirilecek öğrenilecek şeyler değil. Bu yüzden her konuyu, her detayı burada incelemenin ve sonuç çıkarmanın imkânı yok. Bu yüzden tereddüde düştüğüm ve somut veriler bulamadığım kısımlardan seçtiğim bir iki örnekle biraz kafa yormak istiyorum. “Ruh bölündükçe azalmıyor anlaşılan. Bilgisayarda bir öğeyi kopyalamak gibi sonsuz sayıda kopyasını alabiliyorsun!” diyor yazar. Kâinatta algılanabilen yahut idrak edilemeyen bütün her şeyin ‘Tanrı’ da denen (ben bu kavramı pek sevmiyorum zira tarih boyu insanlığın üst tekâmüllerindeki bütün varlıklara tanrı denmiş) Yaratıcı Gücün parçaları olduğunu aklım ve mantığım hiçbir tereddüde yer bırakmayacak şekilde kabul ediyor. Dolayısıyla yazarın kendi düşüncesi biçiminde zikrettiği ‘ruhun bir öğe gibi kopyalanması’ durumu da mantıksız gelmiyor ancak bunla ilgili Kuran’dan yol gösterici bir ayet de ortaya konamayınca “Bin Yılın Kuran Tefsiri” adıyla ortaya çıkan Levh-i Mahfuz birden kişisel gelişim kitabı haline dönüşüveriyor. Bunun sakıncası var mı? Bana göre yok elbet, ancak kendisini Kuran Tefsiri okumaya hazırlamış bir insan için handikap doğurup soğutur mu korkusuna çekiliyorum. (Yazar başlıkla zekice oynayarak ‘Binyılın Kur-an Tefsıri’ demiş olsa da sonuç değişmiyor) Hani kriptopik anlamda ‘inançsız’ sayılan ben, bu kitabın inançlılar tarafından da okunmasını ve düşünmesini istediğim için tereddüde düşüveriyorum birden. Tâbii tam bu noktada Yazar, hitap ettiği kitlenin Kuran’ın derinliğine vakıf kitleler olduğunu iddia edebilir. O zaman da ben, keşke Levh-i Mahfuz yani Tefsir değil de Tanrı’nın Doğum Günü adında kişisel gelişim kitabı olarak kalsaydı diye düşünürüm. Zaten bu kalın kitap boyunca yaşadığım tüm korkuların altında yatan neden de bu… Yoksa bahsettiğim ruh konusunun peşinden gelen ‘Tampon Bellek’. ‘Ölüm Anı’. ‘Mevlana’ konuları son derece etkileyici ve düşündürücü olmasına rağmen Kuran’la ilişkilendirilememesi endişelerimi haklı çıkarıyor. Ancak devamında bir ‘19’ konusu var ki, Kuran’da Müdessir suresinde “Onun üzerinde 19 var,” ayetinin mevcut tefsirlerde …”19 melek…” “… 19 muhafız…” “19 bekçi…” gibi ilavelendirildiği ve gerçek manasından saptırıldığını anlatıyor. Oysa bu ayeti anlayabilmenin yolunun Kuran’ın bütününe yayılmış 19 şifresinden geçtiğini belirterek akla ters gelmeyecek yaklaşımlarla sonuca gidiyor ve bu konuyu şöyle bitiriyor: “…Anadili Arapça olmayan ve Kuran’ın tercümelerini okumak zorunda kalan Müslüman Türkler, bu ayette Cehennem’in üzerinde 19 melek olduğunu okuyup geçmişlerdir.” Ben ikna oldum, peki Elmalılı Hamdi Yazır gibi ulema tefsirciler buna ne derdi,merak etmedim değil… Ancak Kuran’da ki Hüruf-u Mukatta denilen iki üç harflik anahtar kelimelerin (örneğin; elif, lam, mim…) Kuran’ı Kabalalaştırma (Kabala; sayı gizemciliği ile Tevrat’ın gizli anlamını ele geçirme – örnek; 666 rakkamının harfsel karşılığı; www… Kabala’da 666 nın Şeytan’ı temsil ettiğini hatırlatayım) önlemi için konmuş şifreli metinler olduğu konusunda ikna olmadım. Ama hepten reddetmemi gerektirecek bilgi sahibi olmadığım için de düşüncelerimin içine saldım şimdilik.

Elbette bu kalın eser boyu ikna olduklarımla ikna olmadıklarımı sebepleriyle sıralama imkânım yok, zaten derdim de bu değil. Din ve Kuran âlimi olmadığım için yalnızca naçizane fikirlerimi paylaşmak arzusundayım fazlaca. Bu yüzden ilgi çekici birkaç örnek verdikten sonra asıl gayeme gelmek istiyorum. O da şu; bu eserin kesinlikle elde edilip okunması taraftarıyım ve benim gibi ikna olunsa da olunmasa da üzerinde düşünülmesi kafa patlatılması gereken onlarca konunun dimağları harekete geçirmesini istiyorum. Ve diyorum ki; her Müslüman’ın okuması gereken bir eser bu. Kızsa da, kabul etmese de okumalı… Yoksa İslâm Dini üzerinde düşünülmesi, araştırma yapılması dahası en doğruya yakının bulunması Kuran’ın emrettiği gibi fertler değil, reddettiği  ‘Aracılar’ tarafından yapılmaya devam edecek. Tam da bu konuda Bakın Dona ne diyor; “Güç en güçlü mıknatıstır… Bu insanî bir reflekstir… Güç ortaya çıktığında ortalığa bir koku yayar ve güce tapınan insanlar bu kokunun kaynağına doğru ilerler. Bu anlamda İslâm ‘aroması’ 600’lü yıllardan itibaren koku alma duygusu güçlü insanlar için önemli bir cazibe merkezi oluşturmuştur… Gelenlerin azımsanmayacak bir yüzdesi dinin özüne değil yükselen trendine gelmişlerdir.” İslâm’ın engramlarından birisi de bu değil mi zaten! Kuran açıkça reddetmesine rağmen ne yazık ki cemaatler ve tarikatlar kendi ‘güç arzuları’ doğrultusunda toplumu parçalamayı başarmadılar mı? Sözkonusu esere verilecek tepkilere de bu durumu gözardı etmeden bakmakta fayda var. Sonuçta Kuran’ın ruhaniliği ve derinliğiyle anlaşılmasından rahatsızlık duyacak bir takım ‘Baronlar’,  kitabın özünü bir yana bırakıp cımbızlayarak çekip aldıkları cümlelerle saldırıya geçeceklerdir.

Son sözüm de yazar için olsun. 1974 yılında doğan Burak Özdemir kapsamlı araştırmaları ve Kuran’la ilgili derin bilgisiyle insanı kendine hayran bırakıyor. Yaşı bu kadar genç bir adamın bu birikime sahip olmasının sırrını bulmaya itiyor insanı ister istemez. Yoksa ‘ilahi’ deyip geçelim mi? Hani ben hep üst tekamüllerin ‘müdahalelerine’ inanır dururum, bir de bunları kitaplaştırırım ya…

Mehmet Mollaosmanoğlu Kitapları… Link.

http://www.kitapyurdu.com/yazar/mehmet-mollaosmanoglu/39503.html