Var olmak, ‘an’ denen noktasal boyuttaki yaşam tezahürüdür.

An, tıpkı nokta gibi boyutsuzdur, eni boyu süresi yoktur. Zamanı da yoktur.

Beyinle bilinç arasındaki fark idrak edilebilirse yaşam anlaşılmış olur.

Bilinç yalnızca ‘an’ı yaşar, beyin ise ‘an’ları sıraya koyar. İşte o sıraya konma işlemi zaman denen kavramı doğurur. Bu yüzden denebilir ki; zaman beynin bir ürünüdür.

Oysa bilinçte yer eden ‘an’lar sırasız ve kuralsızdır.

Beyin ait olduğu bedene ait ‘an’ları depolar, bilinç ise ‘an’ları tek bir kozmik merkezde toplar. Beyin kişiseldir, bilinç evrensel…

Beyin bedene hükmederken, bilinç, gardiyanlaşmış beyin tarafından demir parmaklıkların arkasına hapsedilir. Eğer insanoğlu gardiyanı atlatıp demir parmaklıkları aşabilirse bilincin kapıları açılmaya başlar ve zaman denen sanrının kısıtlamalarından kurtulur.

Evet, zaman yok olur.

Sorulması gereken soru şu: bunu başarmak kolay mı?

Kolay denemese de mümkün…

Beyin ‘an’ları depolarken çevresel faktörlerle süsler. Bu yetmez, bir de bireyin yaşadığı toplumların kabulleri ‘an’ları biçimlendirmeye başlar. Bilinci demir parmaklıkların ardına hapseden, beynin isine-pasına-çapağına tıpta engram denir. İşte bu kavramdan kurtulmayı becerebilen her birey evrensel bilincin kapılarını aralar ve zaman yok olur.

Peki, engramdan nasıl kurtulacak birey?

Önce sorgulayacak, sorgularken toplumsal tahribatlara nelerin sebep olduğunu anlayacak, kendisini kısıtlayan faktörlerin neler olduğunu tesbit edecek ve en son kendi gözüyle başkalarını yargılayan kabullerinden sıyrılacak… Bütün bunların insan benliğine verdiği zararları anlayacak… Engramdan kurtulmanın tek yolu bu.

Sonra… Sonrası basit; milli, dini sınırlar çizen egolarını dahası bencilliğini bir tarafa bırakıp koşulsuz sevmenin idrakine ulaşacak… İyi kötüyü, güzeli çirkini, zengini fakiri yargılamayacak… Herkesin ve her şeyin kusursuz bir evren tezahürü olduğunu kabul edecek: En önemli madde bu işteVe sonuç itibariyle ‘var’ olmanın erdemini idrakine ulaşacak…

Var olmak için üç koşulun bir araya gelmesi gerekir; ‘beden’, ‘ruh’ ve ‘bilinç’

Bedeni beyin olarak ifade etmek daha doğrudur çünkü ruh ve bilinç gibi beyin de evrensel kanalları kullanır. Ancak ruhun ve bilincin aksine, beyin, bedene beş duyuyla hükmediyor olduğundan beynin fiziksel tezahürü görme-işitme-dokunma-tatma ve koku alma biçimindedir. Ruh ve bilincin fiziksel tezahürleri muğlâktır, somut veriler ede edilemez.

Bu da demektir ki beyin, ruh ve bilinçten farklı olarak varlığın hem fiziksel hem de evrensel mevcudiyeti arasında köprüdür. Fiziksel varlıkların en üstünü olan insan, doğası gereği beş duyu organıyla algıladıklarını gerçek kabul etmeye meyillidir. Bu yüzden ruh ve bilinç, idrak ötesi kabul edildiğinden üzerinde çok fazla düşünülmez.

Sonuç olarak da ‘Allah’, beş duyu organıyla ifade edilmesi mümkün bir varlık ya da güç haline getiriliverir insan tarafından… Kızarsa cezalandırır. Mutlu olursa ödüllendirir. Yakar, yıkar, herkesi tek tek fişler…

Oysa var olmanın iki şartından ‘ruh’ ve ‘bilinç’ kavramları anlaşılabilirse evrensellik, dolayısıyla kâinatın yapısı da anlaşılır. Allah’da… Anlamaktan kasıt algılamak… Zira bu yapıyı ifade edecek kelimeler ve cümleler, beş duyu organını yöneten beynin fiziksel tarafıyla ne kurulabilir ne de anlatılabilir.

Yine de beynin evrensel bağlarını bilmek kısıtlı da olsa bir takım idrak kanalları açar.

Günümüz tıp bilimi beynin kozmik manâda uzak bir kaynakla bağlantılı olup olmadığını araştırıyor. Zira beyninin bir kısmı olmadığı halde normal yaşam faaliyetlerine devam edebilen insan örnekleri, beynin de tıpkı ‘ruh’ ve ‘bilinç’ gibi tek bir kaynağa bağlı görev yaptığı ihitmalini kuvvetlendiriyor.

Bu da demek oluyor ki algıladığımız ve algılayamadığımız bütün âlemler tek bir ruhun, tek bir bilincin ve de tek bir beynin tezahürüdür. O ‘bir’ Allah’dır işte. Ya da ‘Yüce Yaradan’… ‘Kaadir-i Mutlak Yaradan‘ da diyebilirsiniz.